“TİKLE HİKÂYESİ”Nİ HANGİMİZ BİLİR? « Yazarlarımızın Yazıları
“TİKLE HİKÂYESİ”Nİ HANGİMİZ BİLİR?

“TİKLE HİKÂYESİ”Nİ HANGİMİZ BİLİR?

18 Ağustos 2017
319

İslâm dünyasının kadim üstadlarından Şeyh Sadi Şirazi’yi maalesef yeni nesil neredeyse hiç bilmez. Onu okuyan/bilen “orta yaş” insanlar bile artık yok sanki; bu kadim kültür kala kala “yaşlılara” mı kaldı ne?

“Yeni nesil” dediğimiz gençler, modern çağda ve dijital dünyada içini istediğiniz gibi doldurabileceğiniz/doldurabileceğimiz ve bu manada da istismara oldukça açık olan öyle bir takım kavramlarla meşgul edildiler ki, çözemeyecekleri yüzde yüz kesin olan “derya gibi meseleler”e daldılar: Kulaç attıkça sahilden uzaklaştıkları meselelerden

  • Kur’an Müslümanlığı,
  • Kur’an’da Nesh
  • Hz. Adem’in (nasıl olup da) Halife olduğu
  • Peygamberimin (s.a.v.) teşri (kanun/helâl-haram koyma) hak ve yetkisi,
  • Kaderin Kur’an’da olup-olmadığı,
  • Kabir azabının varlığı ve/veya yokluğu,
  • Hz. Adem’in babası,
  • Allah’ın gaybı bilip bilmemesi,
  • Sünnetin/Hadisin Kur’an’a uyup uymadığı ve giderek
  • Sünnetin/hadisin akla ve modern dünyaya, moderniteye uygunluğu vs.

benim hemence aklıma geliverenler. Sizler elbette bunları çoğaltabilirsiniz.

            Herhalde burada  asıl sorulması gereken sorulardan birisi ve hatta en önemlisi de şu olsa gerek: Bu soruların ve (müzakere değil de) tartışmaların gerek fert olarak, gerek ümmet olarak Müslümanlara ne faydası var; ne faydası oldu; bundan sonra faydası olma ihtimali var mı?

            Bu meseleler hangimizin sadrına inşirah vermiş, hangimizin derdine şifa olmuştur?

Şahsen bendeniz şu ana kadar yapılan bu gibi tartışmaların fert planında olsun, ümmet planında olsun Müslümanlara herhangi bir faydasını görmüş değilim. Bilakis bu tartışmalar aramızdaki uçurumları çoğaltıp derinleştirmekte, bizleri birbirimizden uzaklaştırmakta...

Ancak ilmi meclislerde ve ehil kişiler arasında tartışılacak değil, müzakere edilecek bu gibi hususların neredeyse “ayağa” düşmüş halde… Herhangi bir hadis mecmuasını baştan sona okuma zahmetine girmemiş, girmişse de ilim ehlinde olması gereken sabır ve dirayet eksikliği sebebiyle başladığı o mecmuayı bitirememiş; bırakınız Arapça bilmeyi, Arapça Kur’an’ı dahi kafasını-gözünü kırmadan okumayı beceremeyen; hadis usulü dediğinizde “o ne ki yahu” diye suratınıza bön bon bakan Müslümanlar sizi “uydurulmuş din”e mensup olmakla itham eder oldular. E tabii, bahsettikleri din kendilerine “indirilmiş” olunca, sizin tâbi olduğunuz din ancak “uydurulmuş” hale geliyor!

İşte bu yeni nesil ne Şeyh Sadi Şirazi’yi, ne Yunus Emre’yi, ne Mevlâna’yı ne de Veliyullah Dihlevi’yi bilirler. Bu şahıslardan bahsettiğinizde de, adeta bunlar put, siz ise putperestmişsiniz gibi bir bakış fırlatırlar ve size İslâm dinini tebliğ etmeye kalkarlar.

Hasılı bu zamanda “Müslüman” olmak zor zanaat azizim.

Halbuki bilmezler ki, bu yukarıda sayılan ve sayılmayan insanlar Kur’an ve Sünnetten beslenen ve ümmeti besleyen insanlardı. Onlar birer hikmet ehliydi. Ve fakat eyvahlar olsun, bugün onları okumak, onlardan bahsetmek en hafif tabiriyle hafiflik veya entellik oldu.

Olsun! Biz gene de bahsedelim. Bahsedelim ki, kadim kültürümüzde ve geleneğimizde yer etmiş ve haklı bir yere ulaşmış bu hikmet ehlinden faydalanmaya çalışalım.

Şeyh Sadi Şirazi, Bostan Gülistan[1]’da “Tikle Hikâyesi”ni anlatırken, Tikle’nin cömertliğinden ve civanmertliğinden bahsettikten sonra, onun saltanattan vazgeçmek ve şu dünyada bir fakir gibi bir garip gibi yaşamak istediğini ve bu sırrını bir Allah dostuna açtığında şu nasihate muhatap olduğunu beyan eder:

“(Ey sultanım) Senin ibadetin, halkına hakkıyla hizmet etmektir. İbadet sadece; tesbih, seccade, hırka değildir. Tahtında otur, saltanatına bak. Ahlâkın, alçakgönüllülüğün yine fakirler gibi olsun. Hizmetlerin sadakatle, sevgiyle şefkatle yürüsün. Sahte dervişler gibi atıp tutmaya, benliğe kapılma. Tarikatta ibadet esastır. Önemli olan kalbin safiyetidir. Parlak sözlerin ibadette yeri yoktur. Eyleme dönüşmeyen söylemler hiçbir zaman kıymet taşımaz. Kalbi temiz ulular; hırkalarını, kaftanlarının altında giyerler.”

            Ne mühim, ne lâzım sözler ve nasihatler bunlar! Her biri gönül dünyamıza işleyen, başımıza tac; kulağımıza küpe edeceğimiz ve hayat rehberi kılacağımız hikmetler!

            “Gururlanma padişahım, senden büyük Allah var!” nasihatiyle ne kadar da uyumlu.

            Bu nasihatler, derviş Yunus’un söylediği: “Dervişlik olsaydı tac ile hırka/Biz de alırdık otuza kırka” deyişiyle ne kadar da aynı değil mi?

            “Esas olan kalbine dünyanın girmemesidir. Senin kalbinin dünyanın içinde olması çok da mühim değil”mealinde bir beyanla, müridlerine geminin kalp, dünya ve dünyalığın ise deniz misali olduğunu anlatan Mevlâna ile aynı kaynaktan beslendikleri ne kadar da belli!

            Modernizm bize işte bu gönül zenginliğini unutturdu! Yukarıdaki ve benzeri tartışmaları yaşarken nerelere savrulduğumuzu hiç de düşünmedik doğrusu… Ve bu manada en büyük kaybımız da “ahlâkımız” oldu; islâm ahlakımız! “Ahlâksız bir din, Allah katından gelmemiştir” kelâm-ı kibarını unuttuk! Sadece ve yalnızca tartışır ve ilim zannederek kibirde yarışır olduk.

            Bu vesileyle bir defa daha Şeyh Sadi Şirazi’yi düşünme, onun yukarıya alıntıladığımız sözlerini tefekkür etme imkânı olur hüsnü zannıyla küçük bir hatırlatma yapayım istedim.

 
 
 EMİN ATALAY