İki Güç: BİLGİ VE DÜŞÜNCE « Yazarlarımızın Yazıları
İki Güç:  BİLGİ VE DÜŞÜNCE

İki Güç: BİLGİ VE DÜŞÜNCE

30 Ocak 2018
1989

Aşık Veysel’in “Uzun ince bir yoldayım” türküsünü bilmeyenimiz, duymayanımız yoktur neredeyse. Hayat uzun ince bir yoldur, başlangıcı ve sonu belli olan bir yol. Ve biz bu yolun sonuna doğru adım adım yaklaşıyoruz. Bu açıdan bakıldığı zaman tarih için de “uzun ince bir yol” yakıştırması yapmak hiç de yanlış olmaz. Tarih bir zaman tünelidir ve biz de o tünelin bugünkü yolcuları. Şimdi bu zaman tünelinin biraz gerisine doğru filmi saralım ve bakalım o zamanların manzarasına:

Yedinci asırdan başlıyoruz. Kur’an insanlığa gönderilmiş ve Kutlu Peygamberin kişiliğinde model bir insan anlayışını insanlığın önüne çıkarmış. İslam insanı ilmek ilmek dokuyor, toplumları değiştiriyor. Şehirlere nefes oluyor.

Sekizinci asırdayız… İslam genişliyor. O genişledikçe insanların gönüllerine bir el dokunuyor. Kurtuluş muştusu batıyı da doğuyu da etkisi altına alıyor.

Dokuzuncu asırdayız… O zamanın dünyasındayız. İslam coğrafyasına göz gezdiriyoruz. Müslümanlar Arap yarımadasından, Kuzey Afrika’ya, İran’dan Azerbaycan’a kadar olan bölgenin tamamına hâkim vaziyetteler. Bu yüzyılda başlayan gelişme ve büyüme sadece siyasi iktidarla sınırlı değil, ekonomik, kültürel ve ilmî yönden de büyüme devam ediyor. Müslümanlar; bir yandan tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve siyer gibi İslamî ilimlerde zengin bir ilîm ve felsefe sahibi. Aynı zamanda çağın teknolojisine zemin hazırlayan matematik, astronomi, coğrafya, haritacılık, fizik, kimya, tıp, jeoloji, biyoloji ve botanik gibi bilimlerde de aynı zenginlik söz konusu. Felsefe ve düşünce alanında da Müslümanlar iddia sahibiler.

Zaman tünelini biraz daha genişletelim ve bu süreyi 15. asrın sonlarına 16. asrın ortalarına kadar uzatalım. Gördüğümüz manzara yukarıda bahsettiğimiz resmin gelişmiş halidir. Daha da somutlaştırırsak;

Bugün Matematikte kullandığımız “0” (sıfır) rakamını ilk defa Müslümanlar kullanıyorlar. “Ondalık” sistem de onların kullandığı bir yöntem.

Cebir adını verdikleri bir bilim dalını kurup geliştiriyor Müslümanlar. Harezmi adında bir dahi “el-Cebr ve’l- Mukabele” adlı eseriyle bilim dünyasını alt üst ediyor. Denklemler, geometri, trigonometri ve integral gibi matematiksel konular bilimin önemli konularından. Battani, el-Kerhi, Ömer Hayyam ve Tusi gibi bilim adamları dönemin zirve isimleri.

Müslümanlar astronomi adını verdikleri bir bilimi kurmuşlar ve rasathaneler kurarak gökyüzüne, yıldızlara dair gözlemler yapıyorlar. Uzaya merakları dikkate değer. Haritacılıkta şahane eserler ortaya koyuyorlar. Avrupalıların gıpta ile baktığı bir bilimsel ve felsefi gelişme var İslam coğrafyasında. Zira Avrupa kilisenin karanlık tahakkümü altında eziliyor. Geri kalmış bir Avrupa manzarası var bu zaman tünelinde.

Şöyle bir baktığımız zaman şunları görüyoruz bu dönem İslam coğrafyasında:

İbn-i Sîna’nın el-Kanun fi’t-Tıb adlı eseri bilim dünyasını kasıp kavurmaktadır. Bu eser asırlarca Batı üniversitelerinde temel tıp kitabı olarak okutulmakta.

İbnü’l Heysem Optik ilmini kurmuş, kamera ve sinema sisteminin temellerini atmış, bilime “inandığını ispatla” yani deney yöntemini kazandırmıştır.

el-Kindi fizikte izafiyet teorisini ilk kez ortaya koymuş,

Biruni bilime gözlem yöntemini monte ederek Hint toplumları üzerine eserler yazmış,

İbnü’n-Nefis tıpta ilk kez kan dolaşımını keşfetmiştir.

Müslümanlar bilimde ve düşüncede hâkim konumdalar ve Mekke, Kudüs, Şam, Mısır, Endülüs ve Bağdat gibi dünyanın önemli kültür ve medeniyet merkezlerini ellerinde tutuyorlar. Batılı gençler Arapça öğrenmek için Endülüs’e geliyorlar. Batı’dan Doğu’ya doğru beyin göçü dediğimiz bir hareketlilik var. İslam şehirlerinde kütüphanelerle, araştırma merkezleriyle, yükseköğretim kurumlarıyla tam bir ilim havası var. Farklı din ve mezheplere mensup insanlar Müslümanlarla birlikte barış ve huzur içinde yaşıyorlar.  Müslüman tüccarlar Konstantiniyye’den Balkanlara, Şam’dan Hindistan ve Çin içlerine hatta Endonezya’ya kadar geniş bir alanda ticaret yapıyorlar.

Evet, zaman tünelini burada durduralım ve doğrudan bu yüzyıla çevirelim. Hep birlikte bu zamanın manzarasına yukarıdan bakalım. Bakalım ne göreceğiz:

İslam coğrafyasının tamamına yakını siyasi ve ekonomik işgali altında. Halkı Müslüman olan ülkelerin çoğunluğu Amerika ve Avrupa’nın sömürge valisi zihniyetiyle Batı güdümlü yöneticilerle idare ediliyor. Ekonomik yönden İslam ülkelerinin tamamı gelişmekte olan ülke ya da az gelişmiş ülkeler kategorisinde. Bu ülkelerin büyük çoğunluğu ülkelerinde savaş, işgal, terör, açlık ve cehalet gibi çok temel problemlerle karşı karşıya. Bu ülkelerde eğitim seviyesi çok düşük oranda ve bilimsel çalışmalar yok denecek kadar az. Teknolojide Batıya bağımlı bu ülkeler. İnsan hakları konusunda ciddi sorunlar yaşanıyor. Eğitim, kültür ve sanat alanlarında seviye maalesef normalin altında. Özetle Batıyla karşılaştırıldığında örneğin 57 İslam ülkesinin katma değeri ileri teknoloji üretimi bir Almanya etmiyor. Türkiye, İran, Pakistan, Endonezya ve Malezya gibi üç beş ülkeyi çıkarırsak adeta içler acısı bir manzara var genel görünümde.

Batıya bakınca ekonomik, siyasi ve askeri yönden güçlü bir yapı çıkıyor karşımıza. İngilizce tüm dünyada ana dil gibi kabul görüyor. Dolar ve Euro tüm ticaretin kıymetli araçları niteliğinde. Batı kültürü ülkeleri işgal etmiş. Batılı fast food zincirleri tüm şehirleri ahtapot gibi sarmış. Tüm dünyadan Batıya doğru beyin göçü devam ediyor. Müreffeh ve gelişmiş bir hayat sürmek isteyenlerin rotası Batı ülkeleri. İyi bir eğitim almak ve kariyer yapmak isteyenlerin de yolu Batıya uğramazsa eksiklik addediliyor. Tüm dünyanın takip edeceği moda, izleyeceği filmler, okuyacağı kitaplar Batılı merkezlerde üretiliyor. Batı üretiyor, diğer bölgeler tüketiyor. Batı zenginleşiyor, diğerleri fakirleşiyor.

İçimiz karardı değil mi?

Evet bu yüzyılın görüntüsü bu maalesef.

Şimdi şu soruyu sorabiliriz:

Zaman tünelindeki bu iki manzaraya bakarsak şunu görürüz:

Birinde İslam dünyası canlı, güçlü ve gelişmiş bir coğrafya, Batı ise her alanda karanlık ve geri kalmış bir coğrafya…

İkincisinde ise durum tam tersi: İslam dünyası geri kalmış, terör, savaş, cehalete bürünmüş iken batı dünyası siyasi, ekonomik, teknolojik ve bilimsel yönden gelişmiş bir coğrafya…

Peki bu iki coğrafya arasında rolleri ve görüntüyü değiştiren fark ne olabilir?

Her iki manzarada da gelişmiş olan coğrafyaya baktığımızda bilim, düşünce, üretim ve çalışmanın çok net olduğu görülür. Bu değerler ilk manzarada İslam dünyasının bünyesinde iken ikinci yani bugünkü manzarada ise Batının bünyesinde.

Her iki manzarada da geri kalmışlık ilkinde batıda, ikincisinde ise İslam dünyasında.

Öyleyse şu sonuca varabiliriz:

Bilim ve düşünceyi baş tacı eden, eğitim ve kültüre önem veren, birlik ve beraberliğini sağlamış, çalışan ve üreten toplumlar gelişir ve güçlü olurlar.

Bilimin yerine hurafeleri, cehaleti, tembelliği, miskinliği benimseyen, düşünceye değer vermeyen, çalışmayan ve üretmeyen, dinî, etnik ve sosyal yönlerden birbirine düşmüş, birliğini kaybetmiş toplumlar da zayıflar ve geri kalırlar. Böylesi toplumların inançlarının ilme, düşünceye, akla, üretmeye ve çalışmaya çok önem vermesi, hatta kitaplarının “İkra/Oku!” diye başlaması bir şey ifade etmez. “Oku” emri dillerde, vaazlarda, kürsülerde ve kitaplarda kalır. Bu emir hayatın tamamına hâkim olmadığı ve toplumun temel felsefesi olmadığı müddetçe o toplumu geliştirmez. “İnsan için ancak çalıştığı kadarı vardır.” İlahi prensibi gereği emeği, çalışmayı ve üretmeyi hayatın ana ilkesi saymadıkça gelişme, huzur ve mutluluk olmaz.

Bu nedenle bugün her yönden kuşatma altında kalan, ezilmiş ve darmadağın edilmiş bir coğrafyanın sakinleri olan Müslümanlar!

İslam coğrafyasından daha kaç ülkeyi feda edeceğiz, hangi İslam şehirlerinin yıkılmasını seyredeceğiz, hangi toplumun ırzının, namusunun ve kutsallarının ayaklar altına alınmasını izleyeceğiz?

Nerede görülmüş, kitapsız, okumayan, cahil ve tembel toplulukların izzet ve ikbal sahibi olduğu?

Hangi kitapta yazar cahil ve tembel toplulukların müreffeh bir toplum olacağı?

Hangi din vaad eder çalışmayan, düşünmeyen, emek harcamayan, alın teri dökmeyen, miskin ve hazırcı toplumların mutluluk ve güven içinde olacağını?

Artık kendimizi hesaba çekmenin, kendimize gelmenin, bilgiyle, düşünceyle ve kitapla yüzleşmenin vakti gelmedi mi?

O zaman bugün değilse ne zaman?