Bir gün Nasreddin Hoca'nın eşeği çalınmış. Can sıkıntısı içinde durumu komşularına anlatınca her kafadan bir ses çıkmaya başlamış.
Birisi;
- Hocam demiş niye ahırın kapısına iyi bir kilit takmadın?
Bir başkası;
- Evine hırsız giriyor da senin nasıl haberin olmuyor? diye konuşmuş.
Bir diğeri de;
- Hocam demiş, kusura bakma ama eşeğin çalınmasına en büyük sebep yine sensin. Çünkü doğru dürüst bir ahırın bile yok. Nerden baksan dökülüyor.
Hoca kızmış;
- Yahu demiş, iyi, güzel de kabahatin hepsi benim mi? Hırsızın hiç mi suçu yok?
Müslümanlar olarak bugün birçok sorun yaşıyoruz. İslam dünyasında görülen eğitimsizlik, fakirlik, terör, şiddet, savaş, tahammülsüzlük, dünyevileşme ve ahlâk bunalımı hepimizin zihnini meşgul eden ve bize “ne olacak bu hâlimiz?” dedirten sorunlardan bazılarıdır.
İslam dünyasının bugünkü manzarası ile İslam’ın temel iddialarını ve değerlerini karşılaştırdığımız zaman ciddi bir çelişkiler yumağı görüyoruz. İlmi, okumayı, düşünmeyi, çalışmayı, kardeşliği, paylaşmayı, adaleti ve barışı bu kadar önemli bulan, teşvik eden, her fırsatta insana huzur ve güven telkin eden bir dinin mensuplarının cehalet, güvensizlik, fakirlik ve şiddetle anılması, üzerinde durulması gereken hazin bir durumdur. Elbette evine giren hırsızdan dolayı komşuları tarafından tedbir almadığı için eleştirilen Nasreddin Hoca gibi biz de “hırsızın hiç mi suçu yok?” diyerek mevcut görüntümüzün sorumluluğunu bilumum İslam düşmanlarına, sömürgeci Hristiyan Batı’ya ve Siyonist Yahudilere atabiliriz. İslam düşmanlarının saldırılarının, haçlıların ve siyonist güçlerin planlarının, komplolarının bizi geri bıraktığı, fakirleştirdiği ve cahil bıraktığı sonucuna varabiliriz. Yani sorumluluğu dış güçlere atabiliriz. Ama gelin görün ki komşular böyle söylemiyor:
“Niye kapıyı kilitlemedin, niye tedbir almadın, neden sağlam bir ahırın yok?” diyor komşular. Sorunun çözümü için onları da dinlemekte fayda var. Böyle yaparsak hem kendi ihmallerimizi görebiliriz hem de hırsızın sorumluluğunu fark edebiliriz. Yani resmin tamamını görebiliriz. Hoca aslında hep kendisini suçlayanlara “benim ihmallerim olabilir, tedbirsiz davranmış olabilirim ama bütün bunlar hırsızın suçunu ortadan kaldırmıyor. Başkasının malına el uzatmak haramdır, kötüdür. Başkasının malını çalan hırsızın hiç mi suçu yok” diyor. Bir nevi onları hırsızın da suçlu olduğunu görmeye davet ediyor.
İslam dünyasının bugünkü durumu da Nasreddin Hoca’nın başından geçen hırsızlık olayına benziyor. Bugün Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz manzaranın sorumluluğunu kimileri hep dış güçlere bağlıyor. Onlara göre İslam dünyasının fakirlik, yolsuzluk, cehalet, şiddet ve terör gibi sorunlara müptela olmasının sorumlusu sömürgeci Batı’dır, siyonist Yahudilerdir, yani dış güçlerdir. Oysa sorumluluğu, suçu tek bir yere yüklemek, sorunlarımızı teşhis etmemizi ve çözmemizi engeller. Bu nedenle tek bir yönden bakmak yerine çoklu bir bakış açısına ihtiyacımız var.
İslam dünyasının son iki yüz yılda çok yönlü bir işgal hareketiyle karşı karşıya kaldığı aşikârdır. Demokrasi ve özgürlük adına işgal edilen Müslüman ülkeler, öldürülen binlerce kadın, çocuk ve yaşlı insan, yer altı ve yerüstü kaynakları talan edilen şehirler, sömürülen genç zihinler Batı’nın sabıka kaydına işlenen cinayetlerden bazılarıdır. Bu istilaları bilmek, haçlı ruhunun farkında olmak, sömürgeci zihniyeti ve onun yaptıklarını genç neslimize öğretmek ve neslimize yeniden diriliş ruhunu aşılamak bu kuşatmayı aşmamız için önemli bir vazifemizdir. Yeterli mi? Asla!
Müslümanların yeniden kendi değerleriyle buluşması, kendi kimliğiyle ayağa kalkması için kendi içinde bir muhasebe yapması şarttır. “Nerede yanlış yaptık, neden bu hâldeyiz?”, neyi kaybettik de her tarafımız sorunlar yumağı hâline geldi?”, “bilimde, felsefede, sanatta, kültürde, ekonomide ve siyasette neden Batı’ya bağımlı bir toplum olduk?” ve “Yeniden huzur, barış ve adalet toplumu olmak için ne yapmalıyız?” sorularını cesaretle kendimize sormalı ve kendimizle yüzleşmeliyiz. Elbette sorulacak çok soru, verilecek pek çok da cevap vardır.
İtiraf etmeliyiz ki bugün Müslüman kimliğini oluşturan temel inançlarımızdan uzaklaştık, bizi biz yapan değerlerimizi bilmiyoruz, onları doğru anlamıyoruz, değerlerimizin edebiyatını yapıyor ama onları hayatımıza yansıtmıyoruz. İnandığımız dini yeterince bilmiyoruz; Kur’an ve sünnet ile irtibatımız ciddi sorunlar taşıyor; Müslümanların bin dört yüz yıllık geleneğinden, dinî, ilmî ve kültürel mirasından haberdar değiliz. Sahip olduğumuz hazineyi okumuyoruz, bu nedenle de onun farkında değiliz. Bu mirastan haberdar olmayınca da kim olduğumuzu unutuyor, özgüvenimizi yitiriyoruz. Kendi mirasımız, geleneğimiz ve değerlerimiz hakkında bilgi sahibi olmayınca Müslüman bilinci oluşmuyor, dolayısıyla bir Müslüman kimliği de inşa edilemiyor. Bütün bunların sonucu olarak da içinde yaşadığımız çağa hâkim olan Batı düşüncesine ve yaşam biçimine öykünüyoruz. Onlara gıpta ediyor, onları taklit etmeye çalışıyoruz.
Sorunlarımızın çözümü için bizi biz yapan değerleri bilip tanımaya, doğru anlamaya ve onları davranışa dönüştürecek sağlam bir iradeye ihtiyacımız var. Bu yolda öncelikle bir iç muhasebeye ihtiyacımız var. İç muhasebe aynı zamanda soru sorma, sorgulama ve eleştiri zihniyetini gerektirir. Birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden, etmesi gereken Müslümanların sorulara, sorgulamaya ve eleştiriye tahammül edemez bir hâle gelmeleri başlı başına bir problemdir. Soru sormayı sevmeyen, sorgulamaya tahammül edemeyen, eleştiriyi anlayışla karşılayamayan bir topluluğun kendi sorunlarını teşhis ve tedavi etmesi kolay değildir. Müslümanlar olarak öncelikle bu psikolojik eşiği aşmamız gerektiği kanaatindeyim.