İKRA Derneği
İKRA Derneği

İKRA Derneği

Yazarın Haberleri
İLİM KÜLTÜR VE RAHMET DERNEĞİ

Ülkemizin içeride ve dışarıda ciddi sorunlarla mücadele ettiği bir ortamda bir grup emekli askerin tehditkâr bir üslupla bir gece vakti bildiri yayınlaması darbeci bir zihniyetin dışavurumudur. Bu zihniyet sahiplerinin seçilmiş bir hükümete bildiri yoluyla ayar vermeye çalışmaları en hafif tabirle haddi aşmak ve vesayete özlem duymaktır.
Milletimizin kendi hür iradesine el koymak isteyen darbe heveslilerine nasıl bir tepki verdiğini görmek isteyenler, 15 Temmuz'da  bu milletin hainlere karşı nasıl bir sille vurduğuna iyi bakmalıdır. 
İKRA İlim Kültür ve Rahmet Derneği olarak milletimizin hür iradesiyle seçilenlerin ancak yine seçim yoluyla değişebileceği konusundaki duruşumuzu kamuoyu ile paylaşıyor ve bu darbe sevdalısı kişilere hukuk yoluyla hesap sorulmasını istiyoruz.
İLİM KÜLTÜR VE RAHMET DERNEĞİ

“Gerçek eğitim, herkesin kendisini iyi bir birey, iyi bir kul haline getirdiği eğitimdir.”

Zekeriya ERDİM – Saliha ERDİM

 “Gerçek eğitim, herkesin kendisini iyi bir birey, iyi bir kul haline getirdiği eğitimdir.”

İKRA: Söyleşimize şöyle bir soruyla başlayalım; bilindiği gibi aile, çocuklar başta olmak üzere aile bireylerinin yetiştiği, geleneksel değerlerini aldığı, annenin babanın dinî ve ahlâki değerleriyle donandığı bir yuvadır. Ama günümüzde ailedeki çocuklar, bireyler her ne kadar aynı evin içinde olsalar da internet, bilgisayar, televizyon ve sosyal medya gibi etkenlerle gönül ve zihin dünyaları annenin babanın yönlendirmesinden çok dışarıya daha açık. Bu durumu nasıl yorumlamak ve nasıl bir tavır sergilemek gerekir.   

Zekeriya ERDİM: Müsaadenizle önce ben birkaç hususa dikkat çekeyim ve genel bir bakışı da ortaya koymaya çalışayım.

Birincisi; aile bu gün konut ya da ev denilen, geçmişte ise mesken, yani iskân edilen, huzur ve sükûn bulunan yer olarak tarif edilen yapıdır ve bu yapı sadece fiziki bir yapı değildir. Aynı zamanda kültürel bir yapı, sosyal bir yapı, ahlâkî bir yapıdır. Bunların yanında daha pek çok farklı yönleri de vardır. Dolayısıyla aynı çatı altında bulunuyor olmak, hakkıyla aile olmak anlamına gelmiyor. Fiziki beraberliğe, sosyal beraberliği, kültürel beraberliği de ilave etmeliyiz ki, bu birliktelik aile olsun, aile tanımına uygun olsun.

İkincisi; salgın dönemi bazı şeyleri biraz daha gündeme getirdi, farkındalık oluşturdu ama salgından bağımsız olarak zaten altını çizmemiz gereken bir husus var. Ana rahminden mezara kadar devam eden eğitim, öğretim, terbiye süreci içinde evler, aileler okullardan; anneler babalar öğretmenlerden daha önemlidir. Ben âcizane özel okul kurucu yöneticiliği yaptım, veli toplantılarında tekrar tekrar bunu hatırlatıyordum. Diyordum ki, “biz dünyanın en iyi okulu olsak, öğretmenlerimiz de dünyanın en iyi öğretmenleri olsalar bile, hiçbir okul evin-ailenin yerini tutmaz, hiçbir öğretmen de annenin-babanın yerini tutmaz. Dolayısıyla eğitim okulda başlayıp okulda devam etmesi gereken bir süreç değil, ailede başlayıp okulda ve toplumda devam etmesi gereken bir süreçtir; bunun farkında olun, anneler babalar olarak da sorumluluklarınızı kuşanın, görevinizi yerine getirin.” Şimdi bu biraz daha net bir ihtiyaç haline geldi. Bunun temel gerekçesi de şudur: İnsanın oluşma gelişme safhasını biz on bir basamaklı bir merdivene benzetiyoruz; giderek hem yükselen, hem daralan bir merdiven olarak düşünün. Birinci basamak ikinci basamaktan, ikinci basamak üçüncü basamaktan, yani bir önceki basamak bir sonraki basamaktan daha önemlidir. Ne açıdan? İnsanın aklına, ruhuna, bedenine etkisi; benliğinin, kimliğinin, kişiliğinin oluşumundaki katkısı bakımından. Bu nedenle bir önceki safha bir sonraki safhadan daha önemlidir. Dolayısıyla son safhayı yok bile sayabilirsiniz, etkisi o kadar az. Bu açıdan bakıldığında birinci safha eş seçimi safhası, ikincisi evlenme, üçüncüsü döllenme, dördüncüsü hamilelik, beşincisi doğum, altıncısı bebeklik, yedincisi çocukluk, sekizincisi ergenlik, dokuzuncusu gençlik, onuncusu yetişkinlik, on birincisi yaşlılık safhası. Giderek etkisinin azaldığını da hesaba katacak olursak, insanın benlik, kimlik, kişilik oluşumunda birinci derecede etkili olan kurum ailedir. Profesör Kemal Çakmaklı’nın şöyle bir sözü vardı: Çocuk dünyaya gelip “ıngaaa” dediği zaman, beş önemli safha geride kalmış olur.

Evimiz bizim küçük devletimizdir

Bu sorunuzun cevabını şununla bitireyim; bu bakış açısıyla ben âcizane diyorum ki, evimiz küçük devletimizdir. Küçüklüğü kemiyet açısından, keyfiyet açısından değil. Keyfiyet açından bir evi, aileyi idare etmekle bir ülkeyi, toplumu idare etmek arasında fark yoktur. Kemiyet açısından vardır, keyfiyet açısından yoktur. Öyleyse evimizi bir devleti yönetir gibi yönetmemiz; içinde eğitimin de, sağlığın da, ekonominin de, güvenliğin de ve diğer şeylerin de olduğu bir yapı gibi düşünmemiz; devlet ve toplum yapısının çekirdeği, tohumu gibi düşünmemiz ve ona göre organize etmemiz gerekir.

İKRA: Hocam çok güzel bir çerçeve çizdiniz, çok kıymetli değerlendirme ve tespitlerde bulundunuz. Bu noktada yani ailelerimizde, evlerimizde olması gereken ile olan arasındaki durumu Saliha Hanım nasıl değerlendirir ve neler söylemek ister?

Saliha ERDİM: Biz toplum olarak ne yazık ki çocuklarımıza gelecek öngörüsü olarak, hayal olarak, ideal olarak iyi bir meslek, iyi bir para kazanmak ve iyi bir hayat standardı sağlamanın dışında bir şey veriyor değiliz. Bütün annelerin babaların zihninde dinine, diyanetine, milletine, devletine faydalı olsun cümlesi var; ama bu o kadar arka planda kalıyor ki, okulda notu düşük olan bir çocuğa annesinin verdiği tepkiye, sınıfta arkadaşıyla kavga etmiş bir çocuğa babasının verdiği tepkiye bir bakın! Hayatın içerisinde hayata teğet bile geçemeyecek, ya da ancak teğet geçebilecek bir değerin çocukta oluşamadığı çok açıktır.

Bizdeki ailelerde bir defa yetişkin eğitimi yok. Bu salgın döneminde de ailelerimiz mektebe dönüşmedi; sadece çocuklar tarafından ders yapıldığı, anne babaların çocukların daha iyi ders yapabilmesi için seferber olduğu, bu gerçekleşmediğinde de krize girdiği bir ortam var. Şu anda salgın nedeniyle evlerde bir arada oluş zamanı o kadar çok patlamalara, o kadar çok krize sebep oldu ki aslında… Çünkü birbirimizle geçinmeyi bilmiyoruz. Beyefendi kardeşlerim dışarıda 7/24 işkoliğim diyor, eve geliyor sohbet yok, muhabbet yok… Günümüzde annelerin babaların, kendi anne babalarından aldıkları değerlerin üzerine bir şey koymadan, bazı programları dinleyerek, bazılarını takip ederek kendilerini eğittiklerini zannediyorlar. Arada bir iki kitap okuduklarında da kendilerini eğittiklerini zannediyorlar. Ben aile sorunlarında şunu görüyorum; herkes karşısındakinin değişmesini istiyor. Çünkü karşısındakinin davranışının kendi canını yaktığını, kendisine haksızlık ettiğini düşünüyor, ama kendisine bakmıyor. Kendi rahatından, kendi konforundan vazgeçmeden ve çevresindeki herkesi siz benim için varsınız, anlamına gelecek ithamlarla ya da baskılarla yönetmeye çalışan bir anlayış ve tarz sergiliyor.

 

Her an Allah’ın canlı yayınında olduğumuzun bilincinde olmayız

O zaman sohbet olmazsa, muhabbet olmazsa, bizim Allah’a kul olmak gibi bir derdimiz olmazsa bu aileden nasıl dindar evlatlar çıkacak? Bizim her an Allah’ın canlı yayınında olduğumuzu fark ederek, algılayarak ve bu bilinçle hareket etmediğimiz sürece çocuklarımızın zihnine bizim yapıp ettiklerimiz bir görgü olarak giriyor. Annem böyle yapıyordu, babam şöyle yapıyordu, bizim ailede ilişkiler şöyle olur, böyle olur… Çocuk şahit olarak, davranış olarak işin içine giriyor. Çünkü çocuk önce pasif bir gözlemci olarak bu davranışlara şahit oluyor, ama biraz daha akıl olgunluğuna ulaştığında artık bir davranışa tepki göstererek veya tepki alarak olayların içerisine dâhil oluyor.

Şimdi çocuklara Peygamberi seviyor musunuz diye sorsanız, seviyorum der. Neyini seviyorsunuz diye sorsanız, herhalde bir açıklamada bulunamaz veya çok az bir açıklamada bulunur. Peygamber’i (sav) sevmeden dini anlatmak, dini sevdirmek mümkün değildir. Kitabı sevdirmek, Rabbimizi sevdirmek mümkün değildir. Çünkü O (sav), hayatın içindeki en sağlam örneğimizdir, en sağlam modelimizdir. Günümüzde çocuklar ister istemez dijital ortamdan çok etkileniyorlar. Orada o kadar cazip şeyler var ki ve çocuk evde o kadar mutsuz ki, kendisini mutlu edecek, kendisini eğlendirecek, kendisinin güzel zaman geçirmesini sağlayacak o mecralara âdeta kayıyor. Anne baba oradan çık diyor; peki çıksa ne vadediyorsun? Çıksa çocuğa alternatifin ne? Sürekli bağıran, suratı asık bir baba mı? Sürekli çocuğun dersleriyle ilgilenen ve illallah dedirten bir anne mi? Kendi aralarında sürekli kavga eden bir kardeş iletişimi mi? Hobi yok, birlikte ailece paylaşımlar yok… O zaman bu çocukların başka seçenekleri de yok. Sosyal medyada kaybolmamak için ellerinde onlara sunulmuş daha iyi bir alternatif yok. Çocuklarımızı Allah’a has kullar olarak yetiştirebilecek dert ve dava sahibi olmamız sözde kalıyor. 24 saatin içindeki 12 saati aktif olarak değerlendirdiğimizi düşünecek olursak, bu aktif sürenin içinde saatin çeyrekte biri kadar dini söylemi ya söylüyoruz ya söylemiyoruz; kalan sürenin tamamı tertip, düzen, okul, ders ile geçiyor. Buradan nasıl bir sonuç çıkabileceği tahmin edilebilir.

 

En stratejik alan olan aile hayatına hazırlıksız giriliyor

Zekeriya ERDİM: Sorularınızda var mı yok mu bilmiyorum ama müsaade ederseniz buraya ilave edilmesi gereken önemli bir husus var. İki temel zaafımız var. Bunları kısaca özetlemek istiyorum.

Birincisi; anneler babalar aile hayatına hazırlıklı girmiyorlar. Yani anne olmak için, baba olmak için, eş olmak için sistematik bir eğitimden geçmiyorlar. Başka alanlarda harcanan eğitim ve öğretimle ilgili emekler, bu alanda harcanmıyor. Ne ailede böyle bilinçli bir hazırlık çalışması var, ne okulda var, ne hayatta var. Başka alanlarda formasyon sahibi olmadan iş yapmıyor ve yaptırmıyoruz; ama en önemli alana, en stratejik alana en hazırlıksız giriyoruz.

İkincisi; sondan baktığımızda görüyoruz ki, bazı çocuklar, anneleriyle babalarıyla, daha çok da babalarıyla bir arada olmaktan hoşnut değiller. Yani keşke eve gelmese, keşke başka yerde olsa dedirtiyor. Çünkü beraber geçirdikleri süre memnun, mesut, bahtiyar olacakları bir süre değil. Yol bilmiyor, yordam bilmiyor, ben babayım öyleyse benim dediğim olur, ben anneyim öyleyse benim dediğim olur mantığıyla çocukların dilinden anlamayan, halinden anlamayan, bodoslama üzerlerine giden, baskı altına alan, döven, söven bir anne baba profili sergiliyorlar. İstisnalarını tenzih ederiz ama genel manzara bu. Maalesef anneler babalar çocuklarının olmasını istedikleri hali, yani hayırlı evlat olsun, iyi Müslüman olsun gibi şeyleri, büyük oranda kendi şahıslarında iyi temsil ve tebliğ edemiyorlar. Çocuk daha çok görerek, yaşayarak öğrenir. Görerek yaşayarak öğrendiği şeyler ise onun hoşnut olduğu şeyler değil. Hatta ailede başlayıp toplumda devam eden çelişkiler yüzünden bugün dindar ailelerin çocukları deizm vadisine akıyorlar.

Çocukların kim olacaklarına değil, ne olacaklarına yatırım yapılıyor

Bir önemli zaaf da, Saliha Hanım az önce bir yönüne vurgu yaptı, çocuklarının sadece derslerinin, ödevlerinin peşine düşen anne baba profilidir. Oradaki en temel zaaf da şu ki, maalesef bu sadece ailenin değil, okulların da, toplumun da sorunudur; çocukların, gençlerin ne olacaklarına yatırım yapılıyor, ama kim olacaklarına yatırım yapılmıyor. Yani sınava hazırlanıyorlar ama hayata hazırlanmıyorlar. Sınavda yüksek not, yüksek puan almak için, tabiri caizse emanet bilgiler hafızaya kaydediliyor, işi bitince çöpe atılıyor. Sınav bitti, öğrenme de bitti. Kalıcı öğrenme gerçekleşmiyor. Çocukların doktor olmasıyla ilgileniyorlar, avukat olmasıyla ilgileniyorlar, mühendis olmasıyla ilgileniyorlar; ama kimin doktoru-avukatı-mühendisi olacak ve kimin değirmenine su taşıyacak, kimin ekmeğine yağ sürecek, bununla ilgilenen yok. Ailelerde de yok, okullarda da yok.

Oysa biz görüyoruz ki yolsuzlukları, hırsızlıkları, ahlâksızlıkları bizzat yapanlar, organize edenler arasında üniversite mezunu, hatta yüksek lisans, doktora yapmış adamlar bile var. Yani tahsil başka bir şey, terbiye başka bir şeydir. Dolayısıyla çocukların, gençlerin tahsiliyle ilgilenildiği kadar terbiyesiyle ilgilenilmiyor, yatırım yapılmıyor.

 

İKRA: Yapmış olduğunuz bu tespit ve değerlendirmelerinizle aslında sormak istediğimiz birçok sorunun cevabını biz sormadan sizler vermiş oldunuz. Şöyle bir soruyla devam edelim: Konuya çocukların eğitimiyle girdik; ama aile eğitimi, sizlerin de vurguladığınız gibi, sadece çocukların eğitimi ve resmi öğretim süreciyle sınırlı olmayıp, bütün aile bireylerini ve hayatın her dönemini ve alanını kapsıyor. Bu anlamda aile bireyleri, kendi eğitimleri için nasıl bir yol takip etmeli, nelere dikkat etmeli ki hem çocuklar, hem anne babalar hayatın her alanına temas eden eğitim ve gelişimlerini sürdürsünler?

Saliha ERDİM: Bir insanın doğru davranabilmesi için sağlıklı bir psikolojiye sahip olması gerekir. Depresyonda olan, fobileri olan, panikleri olan ya da ağır hastalıkları olan şahısların sağlıklı davranmalarını bekleyemeyiz. Bunun yanında kendi çocukluğunu geçirdiği ailesinin yanında yoğun değersizlik duyguları içerisinde büyütülmüş, böyle hissetmesine sebep olacak bir tarz içinde büyütülmüş insanlar, aşırı sevgisizlikten, aşırı ilgisizlikten kaçış evliliği yapıyorlar. Annemle, babamla o kadar mutsuzdum ki; daha iyi olur sandım diyorlar. Ortam o kadar kötüydü ki, evlilik daha iyi olur sandım diyorlar. Şimdi değersizlik, yetersizlik, özgüvensizlik, kendini sevmeme, cinselliği ve cinsiyetini sevmeme duygusunu yenmeden ve ailede yaşadığı travmaların terapisini yapmadan bu şahsın normal bir iletişim içinde olması çok zor.

Dolayısıyla ilk önce insanların kendi çocukluklarında yaşadıkları, cinsel taciz olabilir, fiili ve sözlü şiddet olabilir, aşırı değersizleştirme ve aşırı eleştirme olabilir, bu yönlerinin tedavi ve terapi edilmesi gerekir. Mesela hanımefendinin birisi diyor ki, ben annemin ve babamın eleştirilerinden sonra kendimi o kadar kötü hissediyordum ki, ey Allah’ım, senin hikmetinden sual olunmaz ama benim gibi birini niye yarattın acaba? Yer yarılsa da, içine girsem ve insanlar benden kurtulsa, diyordum diyor. Eşim beni istediği zaman, bu adamın aklından zoru mu var, benim gibi birini nasıl istedi acaba diye düşündüm diyor. Şimdi bu insan eve gelecek, aile olacak, bir eş profili çizecek, bir rolü-sorumluluğu olacak ve daha sonra anne olup çocuklarını yetiştirecek. Böyle bir evde, ailede huzurlu bir ortam, sağlıklı bir ilişki ve iletişim beklenecek.

Diğer taraftan karşısına bir eş çıkıyor, olağanüstü iyi bir insan. Yani iyi bir insanda bulunabilecek bütün özellikler var. Ama hanımefendiye yaptığı iyilikler, onun nezdinde sadece bir bardağın dibini örtüyor. Hanımefendinin beklentileri, ihtiyaçları o kadar çok ki, beyefendinin yaptıkları ona yetmiyor. O zaman da eşim beni anlamıyor, eşim beni sevmiyor, eşim bana değer vermiyor, diyor. Hâlbuki asıl anlamayan kendisi.

Aynı şekilde doğumda annesiyle göbek bağını kesmiş, ama hala duygusal göbek bağını kesememiş erkekler var. Bunlar anneleri ne derse onu yapıyorlar. Çocuklarına ait planı programı da, eşiyle olan hukukunu da, ne zaman gidip geleceklerini de, nereye gidip gitmeyeceklerini de,  ailesiyle ne zaman ve nasıl görüşeceklerini de, nereye ne harcayacaklarını da annesi belirliyor. Eşine diyor ki, annem memnun değil senden, dolayısıyla benim memnun olmamı bekleme. Hâlbuki ben görüyorum, pırlanta gibi biri ve kendisini parçalıyor onlara yaranmak için. Ama mümkün değil, ağzıyla kuş tutsa bile annesi sorun. Anne çocuğunun aklının, müstakil bir yetişkin aklı gibi çalışmasına müsaade etmiyor. Kendisi yetişkin bir birey olmuş, zekâsı günübirlik işleri yapmaya, çok fazlaca akıl, koordinasyon gerektirmeyecek işlerde çalışıp para kazanmaya yetiyor, fakat sorumluluklarından zerre kadar haberi yok. Burada zekâ ile akıl arasında ciddi bir açı farkı var ve o kişi kendi yaşının olgunluğuna paralel bir akıl olgunluğu taşımıyor. Borçtan asla kurtulamıyor, elindeki parayı nereye harcadığı belli değil. Hatayı görüyor, bir daha yapmayacağım diyor, bir süre sonra tekrar yapıyor, çünkü öğrenme özürlü.

Eşler hem kendi haklarını, hem de eşinin haklarını iyi bilmeliler

Ondan sonra ne yapılacağı ile ilgi olarak kısaca şunları söyleyeyim. Eşlerin her biri kendisine şu iki soruyu sormalıdır: Ben nasıl davranırsam, ne yaparsam Rabbimin hukukuna göre doğru olur? Peygamber Efendimiz (sav) benim yerimde olsaydı ne yapardı? Dolayısıyla bir kadın erkek psikolojisini iyi bilmeli. Erkeğin aile içindeki hakkını, hukukunu, sınırlarını iyi bilmeli. Kendisinin hakkını hukukunu sınırlarını da iyi bilmeli. Hanımefendi eşini haftada bir arkadaşlarıyla görüşmeye göndermiyor. Hakkı yok böle bir şeye. Eşi halı sahada maç yapar, arkadaşlarıyla bir kafeteryada kafa dağıtır… Onun da ihtiyacı var böyle bir şeye. Ama hanımefendi, hayır gitmeyecek diyor. Niye? Ben sıkılıyorum, bunalıyorum. Sıkılıyorsan başka çözümler üret! Eşinin hakkını gasp ederek kendine oradan yeni bir alan açmaya hakkın yok. Evde olunduğunda da zaten tartışmaktan o zamanı iyi değerlendiremiyorlar.

Dolayasıyla insanların önce birey olarak karşısındakine eziyet anlamına gelecek davranışları varsa bunları geri çekmeleri ve kendilerini Allah’ın razı olacağı konuma yükseltebilmeleri için karşısındakine sen düzeleceksin, sen hatalısın diyerek değil, ben ne yaparsam iyi bir eş olurum, ben ne yaparsam Allah benim yaptıklarımdan razı olur ve Peygamber Efendimizi (sav) modellememe uygun olur diye düşünerek bireysel eğitimini sürdürmesi lazım. Bunun için hadis-i şerif eğitimi, Kur’an eğitimi, kendisinin ilgi alanlarıyla ilgili eğitim alması, kurslara gitmesi, okul bitirmesi, yani başkalarının alanına müdahale etmeden, kendi gelişimiyle ilgili alanı, kendi kabını doldurabilmesi lazım. Gerçek eğitim, herkesin kendisini iyi bir birey, iyi bir kul haline getirmesi gereken eğitimdir. Ondan sonra karşılıklı iletişimler başlar ki, İmam Gazali hazretlerinin dediği gibi doğru ağacın gölgesi de doğru olur.

Ondan sonra da çocuklarımızla ilgi ne yapabiliriz? Çocuk yaş dönemi özellikleri bilinecek, çocuk psikolojileri bilinecek, kendilerinin iyi bir anne olabilmeleri için gerekenler bilinecek. Mükemmel bir anne olmak söz konusu değildir; Allah’ın böyle bir beklentisi yok, çocukların böyle bir şeye ihtiyacı da yok. Sadece sevecen, kendini seven, küçük şeylerden mutlu olabilen, kendisini değerli gören, karşısındakini de seven, onlara da değer veren kalite bir insan olma derdi olmalı. Bu olursa, Allah’ın izniyle diğer eğitim faaliyetlerinin de olacağı kanaatindeyim.

Zekeriya ERDİM: Ben birkaç ilave yapayım. Saliha Hanım’ın yayımlanmış iki kitabı var. Birincisi, Kendime Yardım Etmek İstiyorum. İkincisi, Eşimi Anlamak İstiyorum. İkinci kitapla beyefendilerden biri ya da hanımefendilerden biri muhatap olduklarında şöyle bir ifade kullanıyorlar: Götüreyim de bizim hanım / bizim bey bunu bir okusun, beni anlasın. Yani ben okuyayım da onu anlayayım demiyor, kendisinden başlamıyor. Böyle bir temel sorun var. Bir diğer husus, yetişme tarzından, örften, adetten kaynaklanan ön kabuller var. Normalde aklı başında bir insanın, aklı başında bir Müslümanın olaya şöyle bakması gerekir: Bir konuda doğru, senin dediğin ya da benim dediğim değildir; o işin aslı, esası ne ise odur. Biliyorsak ona göre amel ederiz, bilmiyorsak bilene danışırız ya da kaynağına ulaşır öğreniriz. Yani bana göre değil, sana göre değil, olması gerekene göre hareket ederiz ve orda birleşiriz. Ama öyle olmuyor. Daha çok da erkekler, aile reisi olmanın verdiği avantajı da kullanarak, benim dediğim doğrudur diyerek olaya bakıyorlar. Anne de çocuklarına karşı ben anneyim, öyleyse benim dediğim doğrudur diye bakıyor. Bazı anneler, çocuklarına, evlendikten sonra da aynı müdahaleyi yapmaya devam ediyorlar.

Otel kurar gibi aile kurulmaz

Dolayısıyla aile hayatında eş olma açısından, anne olma açısından, baba olma açısından, akraba olma açısından hak nedir, hakikat nedir, doğru nedir, olması gereken nedir? Kimse kolay kolay bunun peşine düşmüyor. Esasen bu konuda ortaya konmuş efradını câmi, ağyarını mâni bir tanım da yok. Bir şirket nasıl kurulur ve yönetilir bütün detaylarıyla var. Bir vakıf nasıl kurulur ve yönetilir, bir parti nasıl kurulur ve yönetilir, bütün detaylarıyla var. Ama iyi bir aile; işte aile budur, denilecek bir aile, işte eş, işte anne, işte baba diyebileceğimiz bir yapının çerçevesi nedir, temel ilkeleri, prensipleri nelerdir? Biri bunu öğrenmek istese, bir çuval keçiboynuzu çiğnemesi lazım aradığını bulabilmesi için. Yani draje haline getirilmiş, süzme bal gibi temiz, saf bir aile tanımına ihtiyaç var. Şirket kurar gibi, otel kurar gibi aile kurulmaz. Ekonomik öncelikli aile kurulmaz.

Örnek olarak söylüyorum, çoğunlukta bu var, zâhiren aile, ama herkesin kesesi ayrı. Hanımefendi çalışıyorsa eğer, beyefendinin kesesi ayrı, hanımefendinin kesesi ayrı. Birbirlerinden bilgi sakladıkları gibi para da saklıyorlar, başka şeyler de saklıyorlar. Benim hakkım hukukum nerede başlar, nerede biter? Bu sorunun cevabını ya bilmiyorlar, ya da işlerine gelmediği için uygulamıyorlar. Sonuç olarak konumuz eğer evi, aileyi, aynı zamanda bir mektebe, bir medreseye, bir eğitim kurumuna dönüştürmekse, çocuklar ve gençler açısından da, yetişkinler açısından da, o sürece etki eden unsurların ıslah edilmesi lazım. Sosyolojisiyle, psikolojisiyle, ekonomisiyle, ahlâkıyla, anlayışıyla, yaşayışıyla ailenin bir bütün olarak hem tarif edilip tanımlanması hem de uygulanabilir hale gelmesi lazım. Toparlarsak şunları söyleyebiliriz:

Birincisi; insanların duygularını, düşüncelerini, davranışlarını belirleyen şey inançlarıdır, benimsedikleri değerler sistemidir. Bu değerler sisteminde arıza varsa bu, duygulara, düşüncelere, davranışlara da yansır. Öyleyse değer ölçülerimizin, dünya görüşümüzün, insana, eşyaya, mala mülke bakışımızın sahih olması lazım. Allah’ın tarifine, tanımına uygun olması lazım. Bizi var eden Allah, nasıl bir hayat yaşarsak dünyevi ve uhrevi yönden kazançlı çıkacağımızın da tarifini, tanımını yapmış. Bunun güncellenip ortaya konulması ve ona göre aile olunması lazım. Mesela bir resmi nikâh, bir dini nikâh ikilemimiz var halen maalesef; bu ayrı bir sorun ama dini nikâh diye tanımlanan ahit, akit gerçekleştirilirken kullanılan bir cümle var; Allah’ın emri, Peygamberin sünneti üzere birbirlerine söz vermek. O zaman ilk ödevimiz, aile hayatı konusunda Allah’ın emri, Peygamberin sünneti nedir bunun öğrenilmesi olmalı ve bu değerler sisteminin ortaya konulması sağlanmalı. Sonra herkes tavrını ona göre ölçsün. Ben de eşimi ona göre ikaz edeyim, eşim de beni ona göre ikaz etsin.

Bir konuda sonuç almak için önce yüreğimizi, sonra emeğimizi ortaya koymalıyız

İkincisi; mü’min kullar için hayatın bütün alanlarında geçerli olan bir şey var: İki günü bir olan ziyandadır. Bugün dünden, yarın bugünden daha iyi olmamız lazım. Öyleyse ben hem kendimin, hem eşimin, hem oğlumun ve kızımın, varsa gelinimin ve damadımın, her bakımdan, bugünün dünden, yarının bugünden daha iyi olması istikametinde hem hedef göstermeliyim, hem teşvik etmeliyim, hem de desteklemeliyim. Mesela Saliha Hanım’ın aile konusunda, başta kendisi için, sonra başkaları için, aldığı eğitimleri başlıklar halinde saymaya çalışsam bile bir kısmını hatırlayamam. Çarşaf gibi bir liste oluşur. Ama hatırladığım bazı fotoğraf kareleri var. Biz altı çocuklu bir aileyiz; biri yedeğinde, biri kucağında, biri karnında seminerlere, sohbetlere, konferanslara, panellere, açık oturumlara gittiğini hatırlıyorum. Diğer taraftan çocuklardan birini ayağında sallıyor; biri yanında başını okşuyor; biri öbür tarafta oynuyor, ara sıra onunla iletişim kuruyor, yönetiyor; biri de karnında. Bununla birlikte yan tarafında sehpanın üzerinde bir kitap var, fırsat buldukça da onu okuyor. Böyle fotoğrafları da ben hatırlıyorum. Dolayısıyla bir konuda samimiyetle sonuç almak istiyorsak, mesafe kat etmek istiyorsak önce yüreğimizi, sonra emeğimizi ortaya koymamız lazım. O niyet ve gayret içinde olmamız lazım. Şu anda aile hayatı içinde annelerin, babaların büyük bir çoğunluğunun böyle bir derdinin, davasının, gündemlerinin olduğunu sanmıyorum.

Saliha ERDİM: Sözde, düşünce olarak var. Gerçekten daha iyi bir pozisyonda olmak istiyorlar. Ama şöyle bir handikapımız var bizim; piyasada çok kitap var, pek çok kimse fikir üretiyor, eser üretiyor… Ne yapılması gerektiği hakkında var da, nasılı hakkında bilgi çok yok. İnsanların kuracağı bir cümleye, bir metoda, bir davranış biçimine ihtiyaç var. Soruyor mesela; oğlum bana şu konuda bir soru sordu, ne demem gerektiğini biliyorum ama nasıl demem gerektiğini bilmiyorum, bu konuda bana yardımcı olur musunuz? Dolayısıyla bizim “nasılına” dair hem kendimiz bilmemiz, hem de çocuklara bunu öğretmemiz gerekiyor.

Zekeriya ERDİM: Unuttuğum bir şeyi kısaca ifade edeyim; biz kullandığımız ütü, çamaşır makinesi gibi sıradan cihazların bile kullanma kılavuzuna bakıyoruz. Cihazı tanımaya ve o bilgiye göre onu kullanmaya çalışıyoruz. Aynı şekilde insanın da kullanma kılavuzu var. Erkek kadın fıtratını, kadın erkek fıtratını mümkün mertebe tanıyor, biliyor olmalı. Çocuğun yaş ve dönem özelliklerini, gencin yaş ve dönem özelliklerini tanıyor, biliyor olmalı ki ona uygun davransın. İlaveten genel karakteristik özellikleri benzese bile bütün kadınlar aynı değildir, bütün erkekler aynı değildir. Bütün çocuklar, bütün ergenler, bütün gençler, bütün yetişkinler, bütün yaşlılar da aynısının tıpkısı değildir. Herkes ayrı bir fıtrat üzere yaratılmış. Yani ben altı çocuk babası olarak falan oğlumun, falan kızımın kişisel özelliklerini de tanıyor ve biliyor olmalıyım. Genel anlamda cinsiyet özelliklerine, yaş ve dönem özelliklerine ilaveten özel anlamda onun kendi fıtratına dair de bir tanıma ve bilme seviyesine ulaşmış olmam lazım ki ona uygun davranabileyim.

İnsan çok kapılı saray gibidir

Yani bir yanda genel anlamda çocuk tanımı, öte yanda o çocukların içinde Ayşe’nin, Fatma’nın, Ahmet’in, Mehmet’in ayrı ayrı tanımı. Hatırlarsınız, İstanbul’un fethiyle ilgi Fatih Sultan Mehmet’in hazırlık döneminden bahsedilirken anlatılan bir şey vardır: Kendi kendine yüksek sesle düşünüyor, söyleniyor Fatih Sultan Mehmet. Diyor ki: Oğlum Mehmet, Bizans’ı avucunun içi gibi tanıyorsun, biliyorsun, Bizans senin içinde, ama sen hala onun dışındasın. Yani fethetmeye hazırlandığı İstanbul’u avucunun içi gibi tanıyor ve biliyor. Biz evimizdeki oğlumuzu, kızımızı bile avucumuzun içi gibi tanımıyoruz. Tanımadığınız zaman da hangi kapıdan gireceğinizi, hangi zile basacağınızı bilmiyorsunuz. İnsan çok kapılı bir saray gibi, kilidini bilmen lazım, anahtarını bulman lazım, onu açman lazım. Bir kapıdan giremiyorsan öteki kapıdan girmen lazım. Dolayısıyla eğitimci tabiriyle ifade etmek gerekirse, eş olmak, anne baba olmak hem bir pedagojik formasyon gerektiriyor, hem de kişiye özel bir bilgiyi ve bilinci gerektiriyor. Bunu evlenmeden önce yapamamışlarsa, evlendikten sonra bir an önce telafi etmeleri lazım.

İKRA: Birden fazla kişinin olduğu yerde bazı anlaşmazlıkların çıkması doğal, hatta kaçınılmaz oluyor. Aile kurumu da bu gerçeğin dışında kalmıyor. Şimdi sizler hem eğitimci, hem aile danışmanlığı sıfatlarınızla bu konulara çok daha yakından vakıfsınız. Günümüzde aile içinde daha çok hangi konularda problemler yaşanıyor ve bu problemler nasıl aşılmalı?

Saliha ERDİM: Şikâyet konularını ağırlıklı olarak birkaç başlık altında toplayabiliriz. Hanımefendiler tek olarak geliyorlar ve diyorlar ki, benim çocuklarımla ilgili sıkıntılarım var. Çocuklarıma karşı sabırsızım, onlara kızıyorum, hatta bazen şiddet uyguladığım oluyor ve onlarla birlikte ağladığım oluyor. Çocukların da şöyle şöyle sıkıntıları var, bu nedenle çocuklarımla ilgili yardım almak için geldim diyor. Bütün bu şikâyetleri dinliyorum ve eşinizle aranız nasıl diyorum, çünkü asıl sıkıntı oradan çıkıyor. Sıkıntıların kaynağını sıralayacak olursak; birincisi şahsın farkında olamadığı ama kendisinin sorunlu olduğu durumlar. İkincisi, eşleriyle olan iletişim çatışmaları. Üçüncüsü çocuklarıyla olan iletişim çatışmaları. Dördüncüsü de gelin kayınvalide çatışmaları. Bunun yanında hanımefendinin annesinin dâhil olduğu çatışmalar da var ama bunlar daha azınlıkta, ağırlıklı olarak kayınvalide ile ilgili sorunlar var.

Evlenirken dini bir hayatımız olsun, güzel bir paylaşımımız olsun gibi idealist söylemlerle evleniliyor, ama evliliğin ilk günlerinden itibaren bakıyorsunuz ki bu hiç olmuyor. Verilen sözler tutulmuyor, biz şöyleyiz böyleyiz denilen şeylerin tam tersi ortaya çıkıyor. Başlangıçta görülen zaaflar daha çok bunlar. Kayınvalidenin sürekli içişlerine karışması, erkeğin eşinin beklentilerine uygun davranışları gerçekleştirmesine engel oluyor. Eğer evlenen eşler denk değillerse, mesela hanımefendi üniversite mezunu, erkek lise veya ortaokul terk, bu durum da evliliklerde bir başka sorun olarak karşımıza çıkıyor.

Bunların dışında insanların aileden getirdikleri, genetik olarak aktarılan sıkıntılardan kaynaklanan sorunlar var. Bir diğeri ellerindekine şükretmemesinden, gözlerinin ve beklentilerinin hep yükseklerde olmasından kaynaklanan sıkıntılar var. Sonuçta eşlerin arasında bir güven, bir huzur, bir sükûnet ve güzel bir anlaşma zemini olmadığı zaman ortam hep elektrikli ve gergin oluyor. Bu durumda çocuk da mesela babasının suratına bakıp onun yüzünü asık görünce o da geriliyor. Annenin bir taraftan suratı asık, babanın bir taraftan suratı asık, çocuklar da birbirlerine düşüyorlar. Böyle bir ortamda çocuklar nasıl sessiz sakin durabilirler ve cıvıl cıvıl oynayabilirler ki?

Geçmişte yaşanan olumsuzluklara takılmamak gerekiyor

Bu noktada ben evliliğin kader olduğuna inanıyorum. Şahıslar tercih eder, ama olup olmayacağına Allah karar verir. Böyle olunca beğenmemek, beklenti fazlalığı gibi şeyler de sorun oluşturuyor. Mesela beyefendilerin de hanımefendilerin de çok sık yaptığı bir şey var; açık aramak, geçmişi hiç unutmamak ve bunları sürekli gündeme getirmek. Eşler arasındaki en büyük sıkıntılardan biri de bu. On yıl önceki bir olayı sürekli gündeme getiriyor hanımefendi. Beyefendi diyor ki, tamam artık böyle yapmıyorum, özür diledim, çiçek aldım, ne yapayım kendimi affettirmek için, kendimi damdan aşağı mı atayım? Olsun, o zaman yapmayacaktın, diyor hanımefendi. Çok çocuksu bir tutum. Diğer taraftan beyefendi önceden yaptığı hataları farklı şekillerde tekrar ediyor. Bu durum da hanımefendinin geçmişi unutamamasına yol açıyor, çünkü beyefendi davranışlarıyla unutmasına fırsat vermiyor.

Dolayısıyla eşler arasında bakış açılarına bağlı, kendilerine bağlı, ailelerinin olumsuz etkilerine bağlı, çevresindeki insanların yaşama standartlarına ve onların yaşama alışkanlıklarına bağlı pek çok sorun kalemi sayabiliriz ailedeki ve eşler arasındaki sorunun kaynağı olarak. Bunların tamamında şahıs, Allah bana bir sıkıntı yaşatıyorsa burada benim bir eksikliğimi göstermek, bir yanlışlığımı fark ettirmek, kendimi geliştirmem, kendimi düzeltmem için bunları yaşıyorum dese ve kendini düzeltirken, eşini suçlamadan ve onun kendisini düzeltmesi için daha yapıcı bir iletişim biçimi geliştirse inanın aileler şu anda bu kadar dökülmez. Ama herkes düzelmeyi karşısından bekliyor. Mesela eşler arasında bir aile danışmanına gitme meselesi gündeme gelse, özellikle beyefendiler ben deli değilim, sen sorunlusun sen git diyorlar. Eşi ben gideyim dediği zaman da oralar para tuzağı, konuşarak neyi çözecekler diyor. Biz kendi evimizde kendimiz çözelim diyor. Ama on yıldır çözemiyorsun. Bin bildiğin varsa bile bir bilmeze danış, diye bir atasözü vardır. Ne zaman geliyorlar? Hanımefendi artık ben boşanıyorum dediği zaman, beyefendi tamam hadi aile danışmanına gidelim diyor. Yani köprünün altından çok sular aktıktan, çok büyük yıpranmalar yaşandıktan sonra. Ben Diriliş Postası’ndaki köşemde “Çiçek öldükten sonra su vermek neye yarar?” diye bir yazı yazdım. (Yazıya bu linkten ulaşılabilir: https://www.dirilispostasi.com/makale/cicek-oldukten-sonra-su-vermek-neye-yarar). Bir insanı, bir insana bağlayacak ne kadar unsur varsa hepsini paramparça ediyor, sonra tamam sen ne diyorsan onu yapalım diyor. Tabi her şeyi kırıp döktükten sonra söylenmiş bu söz bazen hiç işe yaramıyor, bazen de çok zor süreçleri beraberinde getiriyor.

İnanç çatışması ve mizaç çatışması

Zekeriya ERDİM: Ben de ilave birkaç şey söyleyeyim. Eskiden beri benim âcizane fark ettiğim bir şey var. Aslında yaşanan ilişki-iletişim çatışmalarını birçok alt başlığa ayırabilirsiniz ki Saliha Hanım bunlardan bazılarını zikretti. Ama bunlar üst başlıklarda toplanacak olursa, büyük ölçüde şu iki başlık altında toplanması mümkündür. Birisi inanç çatışması, diğeri mizaç çatışması. İnançtan kastım bütün değer ölçüleridir. Dinden gelen, örften gelen, âdetten gelen, doğrusuyla yanlışıyla bütün kabullerdir.  Benim ön kabullerimle onun ön kabulleri, benin inançlarımla onun inançları birbirine uymuyorsa orada çatışma çıkıyor. İhtilafa düştükleri konuları Allah’a ve Resulü’ne havale etmek gibi bir temel prensibe de bağlı değillerse çatışma devam ediyor.

Mesela beyefendi misafiri seviyor, haber de vermeden paldır küldür misafirle eve geliyor. Hanımefendi de istemiyor, ben onun bunun kahrını çekmek zorunda mıyım diyor. Üstelik her gün bana sormadan eve misafir getiriyorsun, benim hiç özel hayatım olmayacak mı vesaire diyor. Burada çatışıyorlar. Mesela taraflardan birisinde infak anlayışı var, bir yerlere destek oluyor, yardım ediyor. Diğeri karşı çıkıyor, bana vermiyorsun ama oraya buraya veriyorsun, evinin imkânlarını, çoluk çocuğunun rızkını ne olduğu belirsiz kimselere dağıtıyorsun falan diyor, çatışma çıkıyor. Yani din anlayışında fark varsa, dünya görüşünde fark varsa, yaşama biçiminde fark varsa bunlar birbirine ters düşüyor ve çatışma oluyor. İki tarafta iyi Müslüman gibi görünüyor ama hizip farklılıkları, mensubiyet farklılıkları bile çatışma sebebi olabiliyor. Birisi diyor ki ben falan yere müntesibim, filanın müridiyim ve onu dünyada yegâne hidayet kapısı olarak görüyorum. Öteki de geç bunları, bunlar fasa fiso, hikâye diyor. Uyduruk menkıbelerle, rüyalarla amel ediyorlar, öyle din olmaz, ben buna razı değilim diyor ve çatışma çıkıyor. Sadece bu yüzden, yani falan efendiye bağlı olup olmamak yüzünden boşanan aileler var, dağılan yuvalar var. Bu örnekleri çoğaltabilirsiniz, ama üst başlık inançların, kabul edilmiş değer ölçülerinin, hayata bakışla ilgili, dünya görüşüyle ilgili farkların çatışmaya dönüşmesidir.

Diğeri ise mizaçların çatışmasıdır. Doğuştan getirdikleri fıtri özellikler bakımından birbirlerine uygun değillerse bu da çatışma konusu olabiliyor. Şöyle bir teşbihle ifade etmek gerekirse, taraflardan birisi toprak fıtratlı diğeri su fıtratlı ise onlar birbirini tamamlıyor, besliyor. Ama birisi ateş fıtratlı, diğeri rüzgâr fıtratlı ise rüzgâr ateşi yangına dönüştürüyor, dolayısıyla çatışma çıkıyor. Peki çaresi nedir? İnançların değişmesi mümkündür. Yani ben böyle inanıyorum ama yanlışmış, değişmez ölçülere göre, hakka hakikâta göre kendimi düzeltmem lazım diyebiliriz. İhtilafa düştüğümüz konularda şaşmaz değer ölçümüze, ortak kabulümüz olan Allah’ın emri, Peygamberimizin sünneti dediğimiz ölçüye müracaat etmemiz lazım, kim yanılıyorsa o halini düzeltsin diyebiliriz.

Mizaçlar kontrol altına alınıp yönetilebilir

Mizaçlar ise madenler gibidir, yani demirse demirdir, altınsa altındır, gümüşse gümüştür, değiştiremezsiniz. Ama terbiye edilmesi, kontrol altına alınması, yönetilmesi mümkündür. Mesela demir serttir ama kadife eldivenle yumuşatabilirsiniz. Muhatabınızın mizacını tespit edersiniz, tamam bu onun fıtratı dersiniz. Yani adam bir anda kuru pür gibi parlıyor, sonra sönüyor, yatışıyor hatta özür de diliyor, geri adım da atıyor. O zaman ne yapacağız? O parlama döneminde onu idare edeceğiz, üzerine körükle gitmeyeceğiz.

Bu genel tanımlamaların dışında bir iki şeye daha dipnot olarak dikkat çekelim. Hanımefendiler ile beyefendiler arasında çatışma konularından biri de güven zedeleyici durumlardır. Yani bir yönüyle kıskançlık, bir yönüyle ihanet, bir yönüyle gizli kapaklı işler vesaire. Müslümanlar arasında bile gizli evlilik yapanlar var. Evliliğin gizlisi, nikâhın gizlisi olmaz. Zaten nikâhın şartlarından birisi de ilan edilmesidir, birilerinin şahitliğinde ilan etmektir. Bu camiamızda giderek yaygınlaşan bir sorun maalesef.

Saliha ERDİM: Evet, unuttum, ben de söylediğim konular arasında bu hususa değinecektim. Günümüzde sadakatsizlik büyük bir sorun maalesef.

Zekeriya ERDİM: Başka bir şey daha var ve neticede yine inanç başlığının altına giriyor. Bir örnekle izah edeyim. Yıllar önce hanımla birlikte “Aile Okulu” diye Marmara FM’de bir radyo programı yapıyoruz. Program bittikten sonra radyodakiler dediler ki sizi bekleyen biri var. Baktık bir çarşaflı anne, bir çarşaflı genç kız ve kucaklarında bir bebek. Bize danışmaya gelmişler. Sorun ne? O genç kız bir beyefendi ile resmi işlemler yapılmadan dini nikâh ile evlendirilmiş. Bir süre sonra damat ben gidiyorum demiş, çekmiş gitmiş. Nereye gittiği belli değil. Ne eviyle, ne hanımıyla, ne çocuğu ile ilgilenmiyor. Dolayısıyla genç, dul bir kadın, kucağında babasız bir bebek, ortalıkta kalmışlar. Anne çare arıyor, benim şimdi ne yapmam lazım diyor. Dedim ki, bacı bu kızımızın nikâhını kim kıydı? Falan efendi hazretleri, dedi. Ben de dedim ki, bacı o zaman niye bize geldiniz, ona gidin. Nikâhı nasıl kıydıysa, sahiplenme sorumluluğunu da öyle üstlensin. Şimdi biz ne yapalım? Sizi de tanımıyoruz, bilmiyoruz; bahsettiğiniz adamı da tanımıyoruz, bilmiyoruz. Sizi kim nikâhlamışsa, kimler aracılık ve şahitlik yapmışlarsa onlara gidin, sorumluluğu üstlensinler ve sorununuzu çözsünler.

Demek istediğim, gizli evliliğe bir de böyle durumları ilave edin. Tabi burada dörde kadar yolu var gibi bir istismar da var. Bektaşinin ayet okuduğu gibi okuyorlar, işlerine geldiği gibi yorumluyorlar. Bu da bir çatışma sorunu. Sonunda iş faciaya dönüşüyor. Bir adam düşünün ki ekonomik durumu iyi, nefsine kıyak yapmış; ikincisini de, üçüncüsünü de, dördüncüsünü de almış; hepsi için ayrı ayrı evler açmış, fakat o kadından, şu kadından, bu kadından bir sürü çocuğu var, bırakın hal ve gidişlerinden haberdar olmayı, daha çocuklarının adlarını bile bilmiyor. Böyle babaları ben tanıyorum.

Samimi olunursa bilinmeyen öğrenilir, yapılamayan başarılır

Tabi bu arızaları gidermek için gayret göstermek lazım. Biz yıllardır fark etmişiz, Allah’ın takdiriyle ilgi alanımız haline gelmiş ve aile konularıyla ilgileniyoruz. Sohbetler, seminerler düzenliyoruz, konferanslar veriyoruz, radyo televizyon programları yaptık, yapıyoruz. Yıllarca fahri hizmet olarak yaptık. Belli bir süre sonra aile danışmanlığı hanımın profesyonel işi haline geldi. Ama bu çalışmalara hanımefendilerin ilgi duydukları kadar beyefendiler ilgi duymuyorlar. Onlar kendilerini müstağni bir konuma yerleştiriyorlar. Ne yani, şimdi bu yaştan sonra bu konularla mı uğraşacağız gibi bir yaklaşım sergiliyorlar. Oysa öğrenmenin yaşı da yok sınırı da yok. Son olarak şunu söyleyeyim; bir Müslüman, ister hanımefendi olsun ister beyefendi olsun, ister anne olsun ister baba olsun, samimiyetle iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir baba olmak istiyorsa, bilmiyorsa öğrenir, beceremiyorsa deneye deneye daha iyi bir hale gelir. Ama böyle bir gündeminin olması lazım.

En kritik noktalardan biri de ilmi hâli yani halin ilmini bilmektir. Eğer ben eşsem, eş olmanın fıkhını biliyor olmam lazım, anne olmanın, baba olmanın fıkhını biliyor olmam lazım. Bu noktada ciddi arızalar var. Allah’ın tanımadığı hakları, nikâhın tanımadığı hakları kullanan eşler var. Yani şöyle misal vereyim, falan meselede kızdığından dolayı eşine cinsel ambargo uygulayan hanımefendiler var. Tamam, adam bir yerde yanlış yapmış, düzeltmek için de elinden geleni yapıyor, ama ambargo ne oluyor? Ne yapsın şimdi adam, harama mı gitsin? Başka bir şey mi yapsın? Yani sapla samanın birbirine karıştırılmaması lazım.

İKRA: Son sorumuzu, genellikle bütün söyleşilerimizde olduğu gibi, Derneğimizin ana faaliyet alanı olan okumak ile ilgili sormak istiyoruz. Biz İKRA Derneği olarak çalışmalarını OKU emri doğrultusunda yoğunlaştıran ve kitap okumayı ve okutmayı esas alan bir gayret içindeyiz. Bu noktada bizlere ve okurlarımıza neler tavsiye edersiniz?

Zekeriya ERDİM: Birilerine okumayı sevdirmek istiyorsanız önce sizin okuyor olmanız ve onların da bunu görmesi lazım. Okuyan bir anne, okuyan bir baba olmadan okuyan çocuklar yetiştirmek imkânsız değilse bile zordur. Madem bu kadar önemli sen niye yapmıyorsun der, yüzüne söylemese bile içinden geçirir. İkincisi çocukların fıtratlarını, yaş ve dönem özelliklerini de göz önünde bulundurarak onların kitaplarla tanışacakları, kitapları ve okumayı gündeme getirecek doğal ortamlar oluşturmak lazım. Ayrıca mümkünse yazarıyla, şairiyle, yayıncısıyla teşrik-i mesai içine girmelerini sağlamak lazım. Bu anlamda yayınevleri, kitap fuarları ziyaret edilebilir, onlarla teşriki mesai içine girilebilir. Hayatın içinden bazı meselelerle ilgili kitapla bağlantı kurulabilir, kitaba atıfta bulunulabilir. Diyelim ki çoluk çocuğunuzla oturup sohbet ediyorsunuz, bu konuda falanca kitapta şöyle enteresan bir şey var diyerek kitaba dikkat çekmek ve o kitaba atıfta bulunmak güzel olabilir. Bir de çocuklara sadece kitapları değil, hayatı ve olayları da okuma alışkanlığı kazandırmak lazım. Yani insanı da okusun, hayatı da okusun, siyaseti de okusun, ekonomiyi de okusun, yıldızları da okusun… Okumayı burada anlamak olarak tanımlıyorum. Âlemin ve içindekilerin tamamını okumaya ve anlamaya yönelik bir bakış açısını onlara kazandırmamız lazım. Bu anlamda, bütün kitaplar, bir tek kitabı daha iyi anlamak için okunmalıdır. O da yaratılmış vahiy, âlem; indirilmiş vahiy, Kur’an; yaşanmış vahiy, Sünnet olmalıdır.

İKRA: Saliha Hanım hangi tavsiyelerde bulunmak ister?

Saliha ERDİM: Kitabı biz ya öğretmek için, ya kitap okumuş olmak için okuyoruz. Oysa bilgiden ahlâk çıkarmak için okuduğumuzda bir değişim başlar. Bir de anne babalar, aralarında gönül bağı olan çocuklara söz geçirebilirler, sözlerini dinletebilirler. Sürekli eleştirdiğiniz, sürekli bir eksiğini gördüğünüz, sürekli şunu niye böyle yapmıyorsunuz dediğiniz çocuklarınız ister istemez size muhalefet edecektir. Ya da sizin dediğinizi zorladığınızda yapacaktır, zorlamanın etkisi kalktığında bırakacaktır. Burada önemli olan okuduğunuz şeyin sizde ne bıraktığı, size ne kattığıdır. İşte şu kadar hatim ettim, şu kadar kitap okudum. Peki sonuç ne? Okumak seni neye dönüştürdü? Hangi ahlâkı edindin, hangi üslubunu değiştirdin?  

Dolayısıyla okumak bende bir değişime, bir dönüşüme sebep oluyorsa benim oku demem tesirli olur. Yani ben kendim kitap okumamdan istifa ediyorsam, birine oku dediğim zaman, o kişiye bir model üzerinden kitap okumak cazip olmuş olur. Bir de isabetli okuma yapma, ihtiyacım olanı okumam gerekir. Aksi takdirde sırf popüler olduğu için kitap okunduğu zaman bunun bir karşılığı olmayabiliyor. Önce karakter inşasında sağlam tuğlalar anlamına gelecek sağlam bilgileri edinmek gerekir. Bunun yanında roman okunur, şiir okunur, başka edebi eserler okunabilir… Ama kitabı sadece öğretmek için değil, kitap okumuş olmak için değil, o kitaptan edindiğimiz bilgilerle kendimizi sağlam bir ahlâka taşımak için okumak gerekir diye düşünüyorum.

İKRA: Çok teşekkür ederiz, hem röportaj talebimizi kabul edip bize zaman ayırdığınız, hem de huzurlu bir ailenin nasıl kurulacağı, nasıl yürütüleceği ve nasıl bir mektep haline getirileceği hususunda verdiğiniz çok kıymetli bilgiler için. Rabbim gayretlerinizi ve hizmetlerinizi daim ve tesirli eylesin.

Zekeriya ERDİM – Saliha ERDİM: Biz de teşekkür ederiz, Allah gayretlerinizi artırsın, çalışmalarınızı bereketlendirsin.

 

 

 

Röportaj: Erdoğan AYDIN - Halil KENDİR

Yazar: İsa HEMİŞ

“Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

 Oluklar çift, birinden nur akar birinden kir…”   ( N. Fazıl KISAKÜREK)

            “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.”   (Herakleitos)

       Her şeyin hızla değiştiği bir dünyada yaşıyoruz. Değişim o kadar hızlı ki algılamakta ve anlatabilmekte güçlük çekilmektedir. Esasında değişim nedir sorusuna verilebilecek cevap kolay değildir. Hatta belki de Permanides’in dediği gibi asıl olan değişim değil değişmemedir. Ona göre değişim sadece görüntüdedir. Öz hep aynı kalır yani hiçbir zaman değişmez. Bu felsefi bakış açısını bir tarafa bırakarak konuyu daha somuta/canlı hayata getirelim.

       İnsanlık tarihi boyunca insanlar “ben kimim, nereden geldim, nereye gideceğim ve niçin varım” gibi birincil sorulara cevap aramıştır. Bu sorulara iki alanın cevap verdiği bilinmektedir: Din ve Felsefe. Her ne kadar bu sorulara din ve felsefe cevap verse de cevapların kaynağı ve mahiyeti farklı olmuştur.

       Din, Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e (a.s.) kadar gelen peygamberler kanalıyla bu soruya vahyin bilgisiyle cevap vermiştir. Bu cevap özet olarak her şeyi, her yönden üstün sıfatlara sahip bir yaratıcının var ettiğini ifade eder. Dolayısıyla insan da bu yaratıcı tarafından kulluk bilincinde olsun ve ona göre yaşasın diye yaratılmıştır. “…ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” (Bakara S,30. ayet), “…ben cinleri ve insanları (Rablerine) kulluk yapsınlar diye yarattım.” (Zariyat S, 53. ayet).

       Felsefenin bahsi geçen sorulara verdiği cevap ise akıl kaynaklı olup filozoflar bu konuda oldukça farklı cevaplar vermiştir. Filozofların verdikleri cevapların genelde insanları tatmin etmediği bilinmektedir. Çünkü bütün varoluşu maddeye indirgeyen Demokritos gibi filozoflar yanında Sokrates, Platon ve Aristotales gibi yaratılışı Tanrı’ya bağlayan filozoflar da görülmüştür. Yine bu konuda varlıkla ilgili kesin bilgiye ulaşamayacağımızı söyleyen sofistler de tarihte kendinden söz ettirmiştir. Kısaca felsefe tarihi farklı anlayışların serencamı ile doludur.

       Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki toplumlar filozoflardan ziyade dinin yaklaşımını daha değerli bulmuş ve Rönesans dönemine kadar insanlar Tanrı merkezli olarak varlığı ve bilgiyi tanımlamaya çalışmıştır. Toplumlar, ister sahih isterse bozulmuş bir dine sahip olsunlar bir Tanrı’ya göre kendilerini konumlamıştır. İnsan, yaratıldığının farkında olarak varlığa ve bilgiye Tanrı’nın nazarıyla bakmıştır. Fakat Rönesans ile birlikte ilk defa olarak varlığın merkezine insan yerleşmeye başlamıştır. Batıda gelişen bu yeni dönemde varlık tasavvuru yavaş yavaş değişerek Tanrı’dan boşalan varlığın merkezine insan yerleşmiştir. Bu süreçte R. Descartes’in “Cogito ergo sum/Düşünüyorum o halde varım.” mottosu dönüm noktasıdır. Descartes ile birlikte artık insan evrenin bir parçası değil evrenin efendisi konumuna geçmiştir.

       Rönesans’tan önce insan varlığın amacını Tanrı’dan öğrenirken artık tüm değerler insana bağlı hale gelmiştir. Yani her şeyin ölçüsü artık insandır. Varlık ve değerlerdeki bu değişim insanlık tarihinde daha önce hiç görülmemiş yepyeni sayfalar açmıştır. Bilgi anlayışında sadece duyuları kabul eden ve gözlemlenemeyen her şeyi reddeden batı medeniyetinde artık insan tabiata hâkim olduğu kadar mutlu ve mesrurdur.

        Teknolojinin devasa başarısıyla bu insan her şeyin sahibi olduğunu iddia etmiştir. Devam eden bu süreçte batı insanı tabiat üzerinde kurduğu tahakkümle Tanrı’dan iyice uzaklaşmıştır. Eski varlık ve bilgi anlayışını küçümseyen, gözlem ve deneye dayalı bilgiyle insanın her sorunu çözeceğini haykıran bir anlayış batı insanının ulaştığı son noktadır. Öyle ki A. Comte’a göre insanlık tarihi üçe ayrılır: Mitolojik Dönem, Metafizik Dönem ve Bilim Dönemi. Bu yaklaşıma göre insan hem biyolojik hem de akli yönden evrim geçirmiş yani tekâmüle ermiştir. Metafizik dönemde belirleyici olan üç ilahi din olmuştur: Hristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet. Comte’a göre insan Metafizik Dönemi de aşarak Bilim Dönemine ulaşmıştır. Artık insanın herhangi bir dine ihtiyacı yoktur. Dinin vaat ettiği öte dünyaya, Cennet’e ihtiyacı yoktur. Yani bilimin eşsiz(!) gücü sayesinde Cennet bu dünyada insanlara sunulacaktır.

              Bu yeni varlık ve bilgi tasavvuru 20. yüzyıla kadar adeta insanların aklını başından almıştır. Yeni içeriğiyle bilim insanlar nezdinde yeni bir din haline gelmiş ve insanlar bir yaratıcı/Allah tarafından yerine getirilebilecek arzu ve istekleri ondan beklemeye başlamıştır. Bu süreçte insanların geleneksel dinden kopmaları hızlanmıştır. Avrupa’daki düşünürler/filozoflar dini küçümseyen hatta reddeden yazılar yazmaya ve düşünceler geliştirmeye yönelmiştir.

              İnsanlar bilim, kalkınma, ilerleme, özgürlük, çağdaşlık vb. kavramları dillerine pelesenk etmeye başlamışlardır. Karl Marx’ın “Din halkın afyonudur.”, F. Nietszche’nin “Tanrı öldü.” gibi dini tamamen devre dışı bırakan aforizmaları dillerden düşmemiştir. Vahşi kapitalizmin emrindeki teknolojik başarılar insanlığı yeni bir sürece itmiştir. Teknolojinin hızla ürettiği ve devamlı yenilediği aletler tüm dünyada insanları çepeçevre kuşatmış ve insanlar bu hızlı değişimi takip edemez hale gelmiştir. İnsan için araç konumunda olan şeyler zamanla amaç haline gelmeye başlamıştır. Artık hayatın amacı hedonist bir yaklaşımla hayattan maddi zevk almaya indirgenmiştir. Kapitalizmin durmaksızın ürettiği aletlere, araçlara sahip olduğu kadar insan değer görmüştür. Hayatın yeni sloganı “Haz, hız, kız/şehvet” cümlesinden ibarettir.

            “ Vandal yürek, görün ki alkışlanasın

               Ez bütün çiçekleri kendine canavar dedir…”  (İsmet ÖZEL)

               Modernizmin gösteri toplumunda, görünüp alkışlanmak insanlar için en önemli kriter haline dönüşmüştür.

               İnsanlık tarihinde ilk defa bir medeniyet/batı medeniyeti, tüm medeniyetleri etkisi altına almıştır. Bu medeniyet her ne kadar çok sesli olduğunu ifade etse de kesinlikle hakikat böyle değildir. Bu medeniyet kendi dışındaki tüm medeniyetleri ilkel görmüş ve yok etmek için her aracı kullanmış ve kullanmaya devam etmektedir. Batıya mensup insanlar özgürlük, eşitlik, adalet, insan hakları vb. kulağa hoş gelen kavramları kullansa da bu kavramların içeriğini kendisi doldurmuştur. Zaten batılıların evrime dayalı varlık ve bilgi anlayışına göre insanların ulaşabileceği en iyi değerler Batı Medeniyetinde bulunmaktadır.

               Batı Medeniyetine kesin bir şekilde inananlarca yapılan bu olumlu tasvirler zaman içinde inandırıcılığını belli ölçüde kaybetmiştir. Batılı devletlerin kendi aralarında Dünya’yı paylaşamamaları sebebiyle vuku bulan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuştur. Böylece bazı insanlar, bilimin zannedildiği gibi Dünya’da insanların önüne cennet’i koyamayacağını ve bütün sorunları çözemeyeceğini dile getirmeye başlamıştır.

                   21. yüzyıl ile birlikte insanların modern bilime bakışı değişmeye başlamıştır. Maddi olarak pek çok şeye ulaşan batı insanı manevi alanda büyük bir yoksulluk ve yoksunluk içine düşmüştür. Bu süreçte modernizmin içine düştüğü kriz,  post-modernizm ile aşılmaya çalışılmıştır.

                İslam Dünyası’na göz attığımızda başından beri anlattığımız sürecin çok sancılı geçtiğini görmekteyiz. Batıda olduğu gibi İslam Dünyası’nda da insanlar yavaş yavaş gelenekten, dinden ve sahip olduğu medeniyetten kopma sürecine girmiştir. Bazı düşünürler batılı olmayı tek çıkar olarak kabul etmiştir. İslam ülkelerinin bir kısım yöneticileri Batıda eğitim almış ve kendi toplumlarını zorla Batılı bir toplum haline getirmeye çalışmıştır.

              İçinde bulunduğumuz zaman diliminde biz ne İslam Medeniyetine ne de Batı Medeniyetine ait olmayan toplumlara dönüşmüş durumdayız. Konuyu daha dar bir noktaya getirirsek, bu durum İslam medeniyetinin son kalesi olan Osmanlı’nın torunları Türkiye topraklarında iki ana akım olarak kendisini göstermektedir. Bu iki sınıftan birincisi toplumun refah ve felahını Batılı değerleri toptan kabul ederek Batılılaşmayı çıkar yol olarak görenlerdir. Modernlik, çağdaşlık, özgürlük, laiklik, bilimsellik vb. kavramlarla kendini ifade eden bu kesime göre dinin modası geçmiştir. Toplumsal ve bireysel hayatın tamamından dini değerler arındırılmalıdır. İnsan için tek çıkar yol akıl ve bilimin yoludur.

             İkinci kesim ise Osmanlı/İslam Medeniyetinin değerleri ile günümüzdeki değerleri sentezlemeye ve durdurulmuş İslam medeniyetine yeniden işlevsellik kazandırmaya çalışan bir fikriyat ve inanca sahiptir. Bu noktada mazi ile bağlarını güçlendirip yaşadığı zamanı iyi değerlendiren ve bu donanımla bugünü geleceğe bağlayan bir tasavvur ve fiiliyata ihtiyaç vardır.  Dolayısıyla Aliya İzzet Begoviç’in ifadesiyle “Yeryüzünün muallimleri olmak için gökyüzünün talebeleri olmak gerekir.” Biz gençlerin bu ilkeye bağlı olarak yeryüzünü yeniden imar etme vizyon ve misyonuna sahip olması kaçınamayacağımız bir görevdir. Bu sorumluluğun çok zor ve meşakkatli olacağı aşikârdır. Zira bir taraftan içinde aktığımız hayat ırmağı bizi Batı Medeniyetinin değerleriyle çepeçevre kuşatmıştır. Vahşi kapitalizm,  insanları nesne haline getiren, onları ayartan aletleri ile adeta modern hapishanelere mahkûm etmiştir. Akıllı telefonlar, bilişim dünyasında bulunan ve bizleri hedeflerimize kilitlenmekten alıkoyan milyonlarca siteler… Bunların her biri elimizin altında ve maalesef bilinçli olamazsak bizi biz yapan bütün değerleri koparacak bir potansiyele sahiptir.

               Yaşadığımız bu dünyada Allah’ın razı olduğu bir genç olarak hangi hal üzerinde bulunmalıyız? Bu sorunun cevabı tabii ki de hiç kolay değildir. Bu konu ile ilgili bazı önerilerimiz şunlardır:

               Öncelikle İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’an ve onun açılımından ibaret olan sünnetle sağlıklı bir yolculuk içinde olmalıyız. Yüce kitabımızı ve Peygamberimiz’in (s.a.v.) hayatını öğrenme ve yaşama cehdimiz hiçbir zaman bitmemelidir.

              Gerek İslam Medeniyetinin, gerekse Batı Medeniyetinin düşünce birikimini derinlemesine anlamaya çalışmalıyız. Bu sürecin uzun olduğunu ve sabırla bu yolda yürümemiz gerektiğini göz önünde bulundurmalıyız. Teknolojinin değişim ve dönüşümünden haberdar olmalı, yaşadığımız dünyadaki değişimleri ve oluşumları her yönüyle anlamaya çalışmalıyız. Bu sürecin sağlıklı yürüyebilmesi için hedeflerimizi netleştirmeli ve irademizi güçlü tutacak düşünce ve fiillere sahip olmalıyız. Şayet bu süreci sağlıklı bir şekilde idare edemezsek çağdaş kapitalist dünyanın birer nesnesi olmamız kaçınılmaz olacaktır. Hangi konumda ve mevkide olursak olalım asli sorumluluğumuzu unutmamalıyız. Bu sorumluluk iyi bir Müslüman ve iyi bir insan olmaktan ibarettir. Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi “Bütün say-ü gayretimiz ölmez, pörsümez yeni içindir.” Bunu hem aklımıza hem de kalbimize nakşetmeliyiz. Devamlı ilim talebesi olmayı kendimize şiar edinmeliyiz. Bu konuyu Peygamberimiz (s.a.v.) ne kadar güzel açıklamıştır: “Beşikten mezara kadar ilim talebesi olmayı isteyiniz.” İbadetlerimizde ve okumalarımızda devamlılık sağlamalıyız. Günümüzdeki bazı Müslümanların ibadetsiz ilim veya ilimsiz ibadet durumunun çıkmaz bir yol olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.

            Çağımızda ferdiyetçilik merkezi bir konumda olduğu için nefisler tavan yapmaktadır. Nefsini İlah kılma yanlışına düşenlerden olmamak için çok dikkatli olmalıyız. Dolayısıyla nefsimizi terbiye ve tezkiye edecek okumalarda bulunmalıyız. Bu okumaların başında yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, Peygamberimiz (s.a.v.)’in hadisleri, sahabenin hayatıyla ilgili kitaplar gelmektedir. Yine kalp terbiyesi konusundaki tasavvufi kitaplar da bizim için önemlidir. İmam Gazali ve Mevlana gibi tasavvufun önde gelen isimlerinin kitaplarını okumamız yolumuzu aydınlatacaktır. İslami oluşumlar içinde olmamız bizi sosyalleştirecek ve ufkumuzu genişletecektir. Fakat bu noktada uyanık olmalıyız. Bize aklımızı kullanmamayı salık veren ve birilerini körü körüne taklit etmeye teşvik eden hiçbir oluşumun içinde olmamalıyız. Kitap okuma noktasında bizi zenginleştirecek her türlü kitabı okumalıyız.

              Son olarak şunu kaydetmek isteriz ki hiçbir insanın bilgisi hakikatin kendisi değildir. Dolayısıyla sahip olduğumuz bilgi bizi kibirlenmeye, böbürlenmeye götürmemelidir. Mütevazı olmayı daima bir ilke haline getirmeliyiz. Noksansız ilim sıfatına sadece Rabbimiz’in sahip olduğunu, bizim bilgimizin ise eksik olduğunu, yanlış olabileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Bizden farklı bilgilere sahip olan ve bazı konularda bizimle fikri konuda uyuşmayan kimselere saygı duymalıyız. Bu noktada gelenekteki âlimlerin “Benim bu konuda bildiğim, anladığım bu, ama en iyisini Allah bilir.” Bakış açısı bize yol göstermelidir.

 

Yazar: İsa HEMİŞ

Makaleyi sesli dinlemek için;                      

"Kimse sana özgürlüğünü vermez. Kimse sana eşitliği, adaleti ve başka hiçbir şeyi vermez. Eğer gerçekten adamsan, bunları kendin alırsın!"

Dünyadaki en etkili Afro-Amerikan hatiplerden biri olarak gösterilen, Amerika’da ki ırkçılık karşıtı hareketlerin en önemli isimlerinden biri olan, Hac vazifesinden sonra El-Hacı Malik El-Şahbaz ismini alan ünlü hatip ve düşünür Malcolm X’in kısa hayat hikayesi…

19 Mayıs 1925’te ABD’nin Nebraska eyaletinde doğdu. Asıl ismi Malcolm Little’dır. Babası Reverend Earl Little, siyahilerin Amerika’da hiçbir zaman hakettikleri özgürlüğe kavuşamayacağını düşünen bir Baptist idi. Babası Reverend Earl, 4 kardeşini beyazlar tarafından işlenen cinayetlere kurban vermiş ve kendisi de 1931’de faili meçhul bir cinayete kurban gitmiştir. Babasının ölümü üzerine Malcolm ve kardeşleri çeşitli ailelerin yanına, annesi ise akıl hastanesine yerleştirilmiştir.

OKUL ve İLK ÇALIŞMA HAYATI 

Evlatlık verildiği ailenin yanında, Massachusetts’te ilkokulu bitirdi. Lise yıllarında parlak bir öğrenci olan Malcolm, avukat olma hayalleri kuruyordu. Bu hayalini duyan öğretmeni, avukatlığın siyahiler için gerçekçi bir hayal olmadığını söyledi ve bu söz üzerine Malcolm okulu bıraktı.

Boston’da yaşayan üvey ablasının yanına gelen Malcolm, 16 yaşında Boston- New York seferi yapan trenlerde sandviç satmaya başladı. New York’a gidip geldikçe Harlem’i ve Harlem’de ki siyahileri tanıdı. Genç yaşta çalışmaya başlayan Malcolm, Harlem’de gerçek anlamda birçok suç işledi. Uyuşturucu, kadın ticareti ve antika eşya hırsızlığı yapıyordu. 1946 senesinin Şubat ayında hırsızlık suçundan 10 yıl hapse mahkum edildi. İlk önce  Charlestown Eyalet Hapishanesi’nde iki yıl yatan Malcolm, oradan Concord Hapishanesi’ne nakledildi. 1948 senesinin sonlarında Norfolk hapishanesine sevk edildi ve orada kardeşleri vasıtasıyla zenci milliyetçiliğini savunan Elijah Muhammed ile mektuplaşmaya başladı. Elijah Muhammed’in milliyetçiliği, Allah’ın bile zenci olduğunu söyleyecek kadar şiddetli durumdaydı.  Hayatı boyunca beyaz adamdan sadece şiddet ve adaletsizlik gören Malcolm, Elijah Muhammed’in bu sıcaklığından etkilenerek hareketine dahil oldu ve X soyadını aldı.

NATION OF İSLAM HAREKETİ

Hapisten çıkan Malcolm X, Elijah Muhammed’in Nation of İslam hareketine dahil oldu, enerjik oluşu ve harekete bağlılığından dolayı kısa sürede Nation of İslam hareketi bünyesinde yükseldi.

Beyaz adamı “Şeytan” olarak tanımlayan Malcolm X, sert, tavizsiz ve ırkçı söylemlerle adeta Alijah Muhammed’in konuşan ağzı ve en sadık adamı oldu.

İlerleyen zamanlarda Malcolm X’in ön plana çıkmasıyla Elijah Muhammed ile arası bozulmaya başladı ve Malcolm X, Elijah’ın hayatını sorgulamaya başladı. Elijah Muhammed’in harekete bağlı 6 kadınla ilişkisi olduğu söylentileri ve eski sekreterinin Elijah’a nafaka davası açması, Malcolm X’i iyice hareketten soğutmuştur. Malcolm X, Mart 1964’te Nation of İslam hareketinden ayrılmıştır.

HACC YOLCULUĞU VE IRKÇI DÜŞÜNCENİN BİTİŞİ

Malcolm X, 1964 yılında ilk kez Hacc’a gider. Hacc dönüşünde Sünni-İslam’ı benimsediğini ve beyaz adamı artık “şeytan” olarak görmediğini söyler. Siyahilerin özgürlüğü konusunda eski görüşü nispeten devam etse de, ırkçı görüşünden vazgeçer ve Hacc ibadeti sırasında gerçek kardeşliği bulduğunu söyler. Hacc döünüşünde El-Hacı Malik El-Şahbaz ismini alır. 

SON YILLARI

1965 senesinde Afrika Birliği Organizasyonu’ndan esinlenerek Afro-Amerikan Birliği Organizasyonunu kurar. 15 Şubat 1965’te New York’taki evi bombalanır ve saldırıdan ailesi yara almadan kurtulur. Bu saldırıdan yalnızca 6 gün sonra, 21 Şubat 1965 tarihinde 6 silahlı kişi Malcolm X'in konuşma yaptığı kürsüye yaklaşıp  yakın mesafeden 15 el ateş ederler. Hızlıca hastaneye yetiştirilmesine rağmen, Presbyterian Hastanesi yetkilileri tarafından öldüğü duyurulur. Saldırganların arasında 3 Nation of İslam hareketi üyesi bulunmaktadır.

Malcolm X’in cenazesine 1500 kişinin katıldığı belirlenmiştir.

Kaynakça: http://www.yeniakit.com.tr/kimdir/Malcolm_X

Kalbimizi yumuşatmanın yolu da yetimlerin başını okşamaktır, garibanı, mazlumu sevindirmektir. Cöme...

İKRA DERNEĞİ Başakşehir Temsilciliğinde her Perşembe saat 21.00 da gerçekleştirilen sohbetimizin bu haftaki hatibi Ahmet YAPICI Hocamızdı. Sohbetimizin konusu Kalp ve iman ilişkisiydi. Özetle hocamız kalplerimizi imanla süslememiz gerektiğini anlattıktan sonra bunu nasıl yapacağımız konusunda şu öğütlerde bulundu: "Kalpleri imanla süslemenin beş şartı var. Bunun birinci şartı Kur'an okumaktır. Bir Müslüman Kur'an ile arasına mesafe koymuşsa, her gün en az bir ayet bile okumuyorsa kalbini şifasız bırakmış demektir. Çünkü Kur'an kalbe şifadır. Bunu ihmal etmemeliyiz. Bir ayet bile olsa her gün Kur'an okumalıyız. İkinci şartımız Allah'ı anmaktır. Zikir çekmektir. Zikir çekmek sadece eline tesbih alıp çekmek değildir. Zikir Allahı her zaman anmaktır. İnsanın her anında Allahı anmasıdır zikir. Kalbleri imanla süslemenin üçüncü şartı, insanın kendisine sürekli Allah'ı hatırlatacak dostlar edinmesidir. İnsan tek başına yaşayamaz. İnsan kendisine Allah'ı hatırlatacak dost meclislerinde bir araya gelmelidir. Dördüncü şartımız dua etmektir. Rabbimize, kalbimizi koruyacak bol bol dua etmeliyiz. Beşinci şartımız ise kalbimizi yumuşatmaktır. Kalbimizi yumuşatmanın  yolu da yetimlerin başını okşamaktır, garibanı, mazlumu sevindirmektir. Cömertlik, yardımlaşmak kalbi yumaşatır." Hocamızın sohbetinden sonra misafirlerimize çay ve tatlı ikramında bulunduk. Gelecek hafta yine Perşembe günü saat 21.00-21.30 arasında gerçekleştirilecek olan ve farklı bir hatibin, farklı bir konuyla katılım sağlayacağı sohbet programı için sizi de İKRA DERNEĞİ BAŞAKŞEHİR TEMSİLCİLİĞİ’ne bekliyoruz.

 

 

“Öncülere Vefa” ismiyle geleneksel hale getirdiğimiz programlarımızın 10.sunu 11 Kasım 2017 Cuma akş...

ÖNCÜLERE VEFA

KÜRSÜLERİN CESUR HATİBİ: TİMURTAŞ UÇAR

“Öncülere Vefa” ismiyle geleneksel hale getirdiğimiz programlarımızın 10.sunu 11 Kasım 2017 Cuma akşamı Esenler Kültür Merkezi’nde Timurtaş Hocanın oğlu Yusuf Tarık UÇAR ile gerçekleştirdik. 

10. programımızda konu edindiğimiz kişi Yusuf beyin de babası olan “Kürsülerin Cesur Hatibi: Timurtaş UÇAR” idi.

Genel Merkez Eğitim Birimi Başkanımız İlhan ULUÇ beyin sunuculuğunu yaptığı programımız Abdulgafur LEVENT hocamızın Kur’an tilâveti ile başladı. Kur’an tilaveti sonrası derneğimizin anlatıldığı bir VTR izletildi ve ardından Genel Başkanımız Sayın Mehmet ÇELİK bir selamlama konuşması yaptı. Çelik konuşmasında;

    

“Geçmişe göre bilgiye ulaşmak daha kolay. Ancak bilgiyi amele, eyleme dönüştürmek biraz zaman alıyor. Müslümanlar olarak yeryüzünün tamamı bizim için dinin yaşanabileceği ve yaşatılabileceği bir alandır. Onun için Peygamber, yeryüzünde İslam galip gelecektir, der. İşte zor zamanlarda öncülerin İslam’ı haykırmasıyla ki Timurtaş hoca onlardan biridir, İslam gelişecek ve yayılacaktır. 1997’lerde yapılan bir araştırmada İngiltere’de doğan çocuklara en çok konulan isim MUHAMMED.”

“Bize dini anlatabilecek yürek, bilek ve bilgi lazım. Madem bilgi güç ise gücü doğru kaynaktan alacağız. Kitabından, değerinden haberdar olan bir Müslüman arzuluyoruz.”

Genel Başkanımızdan sonra Esenler Belediye Başkan Yardımcısı Aydın POLAT bey kürsüye çıktı. Aydın bey çalışmalarından ötürü İKRA DERNEĞİ yöneticilerini tebrik ederek söze başladı. 3 neslin Timurtaş hocanın vaazlarından faydalandığını ve kendisinin de Timurtaş hocadan faydalanan 3. nesilden olduğunu belirten Aydın bey, aynı zamanda Yusuf Tarık bey ile olan dostluklarından bahsetti.

Sayın Polat’tan sonra Timurtaş Hoca hakkında bir VTR izletildi ve sonrasında da gecenin konuşmacısı Yusuf Tarık UÇAR bey söz aldı. Yusuf beyin anlatımından satır başları:

  • Dedem Trenci Bekir, babamın iyi bir asker, Müslüman bir kumandan olmasını istemiş. Babam Kuleli Askeri Lisesini birincilikle kazanmış ama kayıt zamanını 3 gün geçirince kayıt yaptıramamışlar. Kayıt yaptırabilmek için askeriyede ders veren ve Türkiye Gazetesinin kurucusu olan Hüseyin Hilmi IŞIK’a gidiyorlar ve Işık; “Bundan iyi hoca olur, aşağıda bir İmam Hatip Lisesi açıldı, siz bunu oraya verin.” der ve bu şekilde İnönü zamanında yaşanan zulmü tersine çevirecek hocaların yetiştiği İstanbul İmam Hatip Lisesine kaydolur.
  • İstanbul İHL’de hoca olarak Ömer Nasuhi Bilmen, Ahmed Davudoğlu, Mahir İz, Peyami Safa, Nureddin Topçu… gibi Türk maarif tarihinde iz bırakmış isimler vardır.
  • 12 Eylül’de Selimiye Kışlası ile ilgili anımız oldu. Bir gün askerler geldi ve babamı aldı, bir gün boyunca evin önünde bir minibüste kaldık. 15 gün babamdan haber alamadık. 1 ay boyunca Selimiye’ye gittik, geldik. Babam öldüyse cenazesini alalım, yaşıyorsa nerede olduğunu bilelim, diye.
  • Selimiye Kışlası 7 kat yukarıda, 4 katta aşağıda olmak üzere 11 kat ve babam alt katlarda daracık ve zor nefes alınan bir hücrede 4 kişi kalıyorlar.
  • Rejim öldürürken bakmıyor; sağcıymış, solcuymuş, İslamcıymış farketmiyor.
  • Bir gün babama Edirne müftülüğü görevi çıkar, yani susturulmak istenir ama babam kabul etmedi. Dönemin Diyanet İşleri Başkanına gider ve “Benim anladığım din görevi memuriyet anlayışı değil, istifa etsem de, emekliye ayrılsam da vaaz vermeye devam edeceğim” der ve okul arkadaşı da olan Tayyar ALTIKULAÇ  bey de; “Hoca, sen uslanmayacaksın” der.
  • Eminönü Yeni Camii’de müezzinin birinin yapılan teftişler sonucunda 4 katlı bir işhanı olduğu ortaya çıkıyor. Müezzin Efendi, babamın cumalarda verdiği vaazı kaydedip hemen Unkapanı İMÇ’de kaset yaptırıp çoğaltıyor ve sıcağı sıcağına bunları sattırıyormuş. Tam piyasa işi yani.
  • Bu kasetlerden dolayı çok dava açıldı babama ama hepsinden beraat etti. Hatta, bu kasetler Avusturya’ya ulaşmış ve Sdyney büyükelçimiz laikliğe karşı propaganda yapılıyor diye dava açtı. “Kara Ses” lafı da burdan çıkma.
  • Babam sistemle kavgalı idi. Sistem bozuksa şunu şunu getirseniz yine adalet üretemezsiniz, derdi.
  • Erbakan hoca memurlar iftara yetişebilsin diye mesai bitimini 16:30’a aldırdı ama 3 gün sonra laikliğe aykırı diye kaldırıldı.
  • Çarşının Allah’ı ayrı, caminin Allah’ı ayrı bir din istiyorlar. Ama bu sorundur. Babam buna karşı mücadele etti.
  • Babam vaaz öncesi kitapları karıştırır, yeri gelir 1 maddeyi yarım gün farklı kitaplardan araştırırdı.
  • Babamın zamanında bilgiye erişim zordu ama hocaların, Müslümanların firaseti vardı, şimdi ise bilgiye ulaşım kolay ama firaset yok.
  • Bir gün rahmetli Hasan KARAKAYA ağabey, babama memurluktan ayrıl daha rahat vaaz verirsin, diye teklif götürür. Babam da memur maaşımın 3’te 2’sini 6 ay verin, ben sonra yine çalışır kendi ayaklarım üzerinde dururum der. Hasan abi “tamam”der ve bir takım yerlerden parasal destek ister ama bu konuda destek bulamaz. Çünkü babama yardımcı olmaktan korkuyorlar. Hasan abi de bu işten vazgeçer.
  • İdealist davan varsa siyasete bulaşma, dernek, vakıf kur. Böyle olmaz. Siyaset-i Nebevi üslup lazım ve siyasetsiz olmaz.
  • Bir gün kadının biri kızını okutmak (hoca okuması) için babama getirir. Babamın bu tür işleri genelde yoktur ama kadıncağız getirmiş bir kere. Kadına sorar: “Kızına İslam’ı öğretin mi, namaz kılmayı öğrettin mi, abdest almayı öğrettin mi, şunu öğrettin mi, bunu öğrettin mi… diye. Kadın hepsine yok diye cevap verir. Babam da; “O yok, bu yok … cin çarpmasında ne çarpsın” der ve kadını gönderir.
  • Bizler kurulu nizamı Hakk namına eleştireceğiz. Bu toplum barış içinde yaşasın diye Hakkı üstün tutacağız. Herkes kendi alanında Hak’kı hayata geçirecek.

Program sonrasında Genel Başkanımız Mehmet ÇELİK bey tarafından günün anısına Yusuf Tarık UÇAR beye hediye takdiminde bulunuldu.

 

 

 

 
17 Kasım Cuma günü saat 20.30 da kimseye söz vermeyin...

17 Kasım Cuma günü kimseye söz vermeyin. Şimdiden programlarınızı ona göre ayarlayın. Çünkü İKRA Derneği olarak 17 Kasım Cuma günü saat 20.30 da Esenler Belediyesi Kültür MerkezindeTİMURTAŞ UÇAR HOCA'ya anma programı düzenliyoruz. Hocamızın hayatını, onun verdiği mücadeleye bizzat şahit olan, oğlu Yusuf Tarık UÇAR'dan dinleyeceğiz. Programımıza tüm halkımız davetlidir. Programımızda bayanlara yer ayrılmıştır.

 

 

Erdoğan AYDIN'a dünden daha güzel günlerle birlikte olmak dileğiyle acil şifalar diliyoruz.

İKRA Derneği Güngören Temsiliciği Başkanı Erdoğan AYDIN kısa bir süre önce Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesinde ameliyat oldu. Hastamızı Genel Başkanımız Mehmet ÇELİK, Merkez Eğitim Birimi Başkanı İlhan ULUÇ, Destek ve Denetleme  Birimi Başkanı Talip DEMİR ve Anadolu Birimi Başakanı İhsan KARADAŞ ziyarette bulundular. Erdoğan AYDIN'a dünden daha güzel günlerle birlikte olmak dileğiyle acil şifalar diliyoruz.

 

 


Kayıt Ol



Üye Girişi