Feyyaz Kalkan
Feyyaz Kalkan

Feyyaz Kalkan

Yazarın Haberleri
ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ

Günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan Filibe’de 1865 yılında doğmuştur. Doğduğu yerden dolayı kendisine Filibeli Ahmet Hilmi denmiştir. Bunun yanında babasının Şehbender (konsolos) görevi nedeni ile de Şehbenderzade olarak bilinir. Babası Süleyman Bey, Annesi de Şevkiye Hanımdır. Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi eğitim hayatına doğduğu Filibe’de başlamıştır. Filibe müftüsünden aldığı ilk eğitiminden sonra İstanbul’a gelerek Galatasaray Mektebi Sultanisi’ne kaydını yaptırmış ve örgün eğitimini burada tamamlamıştır. Eğitim hayatını tamamladıktan sonra Posta teşkilatında çalışmaya başlamıştır. Daha sonra siyasi bir görev için Beyrut’a ataması yapılmış ve burada karıştığı siyasi olaylardan dolayı Mısır’a kaçmak zorunda kalmıştır. Mısır’da Jön Türkler’in kurduğu Terakkî-i Osmânî Cemiyeti’ne katıldı ve faaliyetlerde bulundu. Ayrıca burada Çaylak adında bir mizah dergisi çıkardı. Daha sonra 1901 yılında tekrar İstanbul’a döndü. İstanbul’da yakalanarak Fizan’a sürgün edildi.

Fizan’da yaşadığı sürgün hayatında tasavvuf ilmine merak salmış, özellikle Vahdet-i Vücud düşüncesine inanmaya başlamıştır.  Bundan sonraki hayatında bu düşünce doğrultusunda hareket etmiş ve yazdığı eserlerinde bunu göstermiştir.

1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra tekrar İstanbul’a dönmüştür. İstanbul’a döndükten sonra bir süre Dârülfünun’da felsefe müderrisliği yaptı. Görevi sırasında İttihat-ı İslam adlı bir gazete çıkarmış ve düşüncelerini haftalık olarak çıkardığı bu gazetede yazmaya başladı. Gazete uzun soluklu olmayıp kısa bir süre içinde kapanmıştır. Gazetesi kapandıktan sonra başka gazetelere yazı göndererek fikirlerini yazmaya devam etmiştir. 1910 yılında haftalık yayın yaptığı Hikmet Gazetesi’ni çıkarmıştır. Gazetede tasavvufi ve felsefi yazılar yazmıştır. Gazeteyi çıkardığı yıl içerisinde Hikmet Matbaa-yi İslamiyesi’ni kurmuştur. Ancak gazetede eleştirdiği İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin o dönemde güçlü olması hem gazetesinin hem de matbaasının yasaklanıp kapatılmasına sebep olmuştur. Hikmet gazetesinde eleştirileri cemiyetle sınırlı kalmamış bunun yanında Siyonizme ve Masonluğa karşı fikri mücadeleler vermiştir. O dönemde batı taklitçiliğini eleştirmiş Osmanlı-İslam kültürünün hâkim savunucularından olmuştur.

Filibeli Ahmet Hilmi 21. Yüzyılın hâkim felsefesi olan maddeciliği reddetmiş ve eserlerinde buna yer vermiştir. İslam felsefesini, batı felsefesi ile uzlaştırmak isteyen ilim adamlarını ağır dillerle eleştirmiştir. Maddeyi öven eserleri Türkçeye çeviren Baha Tevfik ve Celal Nuri’yi ağır ifadelerle tenkit etmiştir. Tasavvufu, hayatının merkezine alarak eserlerinde bunu yazmıştır. Öyle ki yazdığı A’mak-ı Hayal eserinde felsefeyi tasavvufla birleştirerek romanlaştırmıştır. Yazıldığı dönemde ve günümüzde büyük ilgi görmüş ve defalarca basımı gerçekleşmiştir. Eser ayrıca 1993 yılında İngilizce’ye tercüme edilmiştir. Özellikle o dönemde maddecilik düşüncesi altında Allah’ı inkâr eden bir fikrin yaygınlaşmasına karşı felsefi düşüncelerini incelediği ve inkârcılara karşı “Allah’ı İnkâr Etmek Mümkün mü?” kitabını kaleme almıştır.  Bu iki eserinin yanında 5 edebi ve 14 dini ve fikri eser olmak üzere toplamda 19 eser kaleme almıştır.

Osmanlı’nın son dönemine denk gelen yaşamında felsefi ve tasavvuf düşüncesinin yanında toplum meseleleri ile de yakından ilgilenmiş, devletin geleceği hakkında yapılan tartışmalarda batı yanlısı aydınlar karşısında durmuş ve onlarla mücadele etmiştir. Devletin kurtuluşunu Batılılaşmada gören aydınlara karşı, Müslümanlar arasında siyasi birliğin oluşmasında mümkün olacağını savunmuştur.  

Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi bazı kaynaklarda 17 Ekim 1914’te bazı kaynaklarda ise 30 Ekim 1914’te bakırdan zehirlenerek vefat etmiştir. Bazı kaynaklarda masonlara karşı verdiği mücadeleler neticesinde masonlar tarafından zehirlendiği yazmaktadır. Fikir dünyası incelendiğinde ve yaptığı çalışmalarda bu ihtimalin o dönemde gerçekleşmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.     

İBN HALDUN

İslam dünyasının yetiştirdiği, başta tarih olmak üzere modern sosyal bilimlerin öncülerinden kabul edilen büyük bir alim ve devlet adamı olan İbn Haldun 27 Mayıs 1332 yılında Tunus’ta doğmuştur.

Adı tam olarak Ebu Zeyd Abdurrahman İbn Haldun el-Hadrami’dir. Yazdığı otobiyografisi Et-Tarif sayesinde hayatı günümüze kadar belgelerle gelen nadir alimlerimizdendir. Yazdığı otobiyografisinde özel ve aile hayatına dair ayrıntı bilgi vermemekle birlikte yaptığı ilmi çalışmalarının yanında aldığı devlet görevlerine ilişkin detaylı bilgiler vermiştir. Diğer birçok büyük alimlerimiz gibi İbn Haldun de özellikle İslami ilimler olmak üzere ilk eğitimini babasından almıştır. Babasından aldığı dersler sayesinde İslami ilimlerde derin bir bilgi edinmiş ve Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiştir. Bunun yanında Tunus’un en iyi alimlerinden Hadis ve Fıkıh eğitimi aldı. Yine dönemin en iyi kıraat alimi olan Şeyh Abdullah Muhammed bin Bezzal-i Ensari’den Kur’an-ı Kerim’i Arapçanın yedi lehçesine göre okumayı öğrendi. İslami ilimlerin yanında sosyal ve fenni ilimlerde de kendini geliştirmek için el-Abili’den matematik, mantık ve felsefe derslerini aldı. Eğitimini tamamladıktan sonra henüz çok genç yaşta Tunus hükümdarının başkatipliği görevine getirildi. Bu görevinin yanında eğitim hayatına devam eden İbn Haldun tarih, sosyoloji ve siyaset bilimi alanında kendisini çok iyi yetiştirmiştir.

Devlet işlerinde başarılı olması birçok sultanın yanında görev almasını sağlamıştır. Bu sultanlardan biri olan Merin Sultanı Ebu İnan Faris, İbn Haldun’ü fermanlarını yazması görevine getirmiştir. İbn Haldun bu göreve getirildiğinde 25 yaşındadır. Bu görevi yaparken adı sultana karşı yapılan bir ayaklanmada geçti. Her ne kadar uğraştıysa da adını bu ayaklanmanın içinde geçmesinin önüne geçemedi ve Ebu İnan Faris’inin emri ile hapse atıldı. Sultan ölene kadar yaklaşık iki yıl hapiste yattı. Ebu İnan Faris öldükten sonra yerine geçen oğlu İbn Haldun’ü serbest bıraktı. Ebu İnan Faris’in ölümünü fırsat bilen Ebu Salim Fas idaresini ele geçirdi. Hapisten çıkan İbn Haldun’e sır katipliği ve hakimlik görevleri verdi. İbn Haldun’un bu görevi çok sürmedi. Ebu Salim’in Ömer ibn Abdullah tarafından devrilmesinden sonra devlet kadroları komple değişmiş ve İbn Haldun’da bu değişimden nasibini almıştır. Devlet kadrosunda hiçbir görev almayan İbn Haldun 1362 yılında Gırnata’ya göç etti. Burada Gırnata emiri olan V. Muhammed’in elçiliğini yapmış ve birçok başarı elde etmiştir. V. Muhammed’in veziri olan İbn’ül Hatiple arasının açılmasıyla birlikte 1364 yılında Gırnata’dan ayrılarak Bicaye’ye (Cezayir ve Fas topraklarının olduğu kısım) dönmüştür.

Bicaye’ye döndüğünü duyan Hafsi sultanı Ebu Abdullah ona vezirlik görevi teklif etti.  Bu görevi memnuniyetle kabul eden İbn Haldun yaklaşık iki yıl bu görevi yaptı. 1366 yılında sultanın ölümünden sonra Tilimsan hâkimi Ebu Abbas’ın yanında görev almaya başladı. Bu görevi uzun sürmedi. Tilimsan, Sultan Abdulaziz tarafından işgal edilince 1370 yılına kadar sürecek bir sürgün hayatı yaşayacaktır. Bu süre zarfında dini çalışmalarını yapmaya devam etti ve öğrencilere dersler verdi. 1370 yılında sultan tarafından tekrar Tilimsan’a çağırıldı. Çağrıyı kabul ederek Tilimsan’a gelen İbn-i Haldun 1375 yılına kadar devlet kademelerinde çeşitli görevler yaparak sultana birçok katkıda bulundu. Özellikle kırsal bölgelerde yaşayan aşiret reislerini ikna ederek, sultana siyasal olarak bağlanmalarında önemli rol oynamış ve sultanın güçlenmesini sağlamıştır. Yerine getirdiği bu görevlerden sonra 1377 yılında yazmak istediği Kitabu’l İber için bir kalede inzivaya çekilmiştir. Bu kitabın ilk bölümü ve en önemli eseri olarak dünyada tanınmasını sağlayacak olan 3 ciltlik Mukaddime eserini yazdı. Sosyal bilimler alanında birçok eserin ana kaynağını oluşturan bu eser, Yayın Kurulu başkanımız Halil Kendir hocamız tarafından Türkçeye tercüme edilerek 2004 yılında yayınlanmıştır.

1378 yılında Kitabu’l İber eserini tamamlamak için doğduğu ve eğitim hayatına başladığı Tunus’a döndü. Tunus’ta ilmi çalışmalarına devam ederken aynı zamanda öğrendiklerini Tunus Medreselerinde öğrencilere aktarmaya başladı. Öğrencilere verdiği dersler hususunda baş müftü İbn Arafe’nin sert muhalefetine maruz kaldı. Bunun yanında siyasal karışıklıkların çıkmasıyla birlikte Tunus’u terk ederek, 1382 yılında Mısır’a geldi. Mısır’da gerek halk ve gerek Memlük Sultanı el-Melikü’z-Zahir Berkuk tarafından iyi karşılandı.  Yazdığı Mukaddime eseri bu ilgiyi görmesini sağlamıştı. Ezher Camii’nde dersler vermeye başladı. Bu derslere yüzlerce öğrenci katıldı. Öğrenci yetiştirmenin yanında yaptığı ilmi çalışmalarla da dikkatleri üzerine çekti ve Memlük sultanı tarafından Kamhiye Medresesi müderrisliğine tayin edildi. 1387 yılında Hac görevini yerine getirmek için Mekke’ye geldi. Hac dönüşünde 1389 yılında Sargatmişye Medresesi müderrisliği görevi verildi. Kısa bir süre sonra bu görevden alınarak Baybars Hankahı başkanlığına tayin edildi. Bu görevden sonra 1399 yılında Maliki baş kadılığına getirildi.

1400 yılında Timur’un Şam’a saldırdığını duyan Sultan Farac ordusuyla birlikte Şam’a sefere çıktı. 70 yaşına gelmiş İbn Haldun’da bu sefere katıldı. Mısırda kölelerin isyan çıkardığını haber alan Faraç, ordusunu Şam’da bırakarak Mısıra geri döndü. Orduyla birlikte Şam’da kalan İbn Haldun, Timur ile diplomatik görüşmeler yaptı. Bu görüşmeler yaklaşık iki hafta sürdü. Bu görüşmelerde İbn Haldun, Timur’a Kuzey Afrika ve asabiyet teorisi hakkında bilgiler verdi. Bu bilgileri daha sonra yazılı rapor olarak da sundu. Timur’la yaptığı görüşmeleri otobiyografisinde detaylı bir şekilde anlatan İbn Haldun, Timur’un şehri ele geçirdikten sonra nasıl talan ettiğini ve yangına verdiğini de yazmıştır. 

1401 yılında Şam’dan tekrar Mısıra dönen İbn Haldun beş yıl boyunca Kitabu’l İber eserini ve otobiyografisini anlattığı Et Tarif eserini bitirmekle meşgul oldu. Bunun yanında müderrislik ve kadılık görevlerini devam ettirdi. Takvim yaprakları 17 Mart 1406 yılını gösterdiğinde İslam dünyasının yetiştirdiği ve bugün dünyada modern ilimlerin öncüsü kabul edilen İbn Haldun vefat etti ve Babünnasr karşısındaki Süfiye Kabristanı’na defnedildi. 2015 yılında TÜRGEV(Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı) İbn Haldun Üniversitesini kurarak İslam coğrafyasının yetiştirdiği büyük alime güzel bir vefa örneği göstermiştir.

 

AKŞEMSEDDİN KİMDİR?

Asıl adı Mehmed Şemsettin olan Akşemseddin, 1389 yılında Şam’da doğmuştur. Eğitim hayatı, ailesi ile geldiği Amasya’da babasının verdiği eğitimlerle başlamış ve 7 yaşında hafızlıkla sonuçlanmıştır. Babasından aldığı eğitimden sonra Çorum Osmancık’ta medrese eğitimine başlamıştır. Babasını bu yıllarda kaybetmiş ve yetim olarak Amasya ve Osmancık medreselerinde eğitimini tamamlayarak, Osmancık Medresesine müderris oldu. Müderris olduktan sonra aldığı ilimleri yetersiz gördüğü için bu mesleği bırakarak tasavvuf alanında uzmanlaşmak için önce İran’a geldi. Burada aradığını bulamayan Akşemseddin Anadolu’ya gelerek, Ankara’da bulunan Hacı Bayram Veli’nin yanına geldi. Burada bir süre kaldıktan sonra Halep’e geldi. Halep’te aradığını bulamayınca tekrar Ankara’ya Hacı Bayram Veli’nin yanına döndü. Burada tasavvuf alanında kendini çok iyi yetiştirdi. Hacı Bayram Veli’den icazet aldı. İcazet aldıktan sonra Ankara Beypazarı’na geldi burada bir süre kaldıktan sonra günümüzde Çorum’da olan İskilip’e yerleşti. Bu yerlerde kendini huzurlu hissetmediği için, Bolu Göynük’e gelerek geçimini sağlamak ve açtığı mescidin giderlerini karşılamak için değirmen inşa ettirmiştir. Açtığı mescitte başta çocukları olmak üzere birçok talebe yetiştirmiş ve 7 tane eser kaleme almıştır.

Yaptığı çalışmalar ile Fatih Sultan Mehmed’in babası II. Murat’ın dikkatini çekmiştir. II. Murat, Akşemseddin’in oğluna hocalık yapmasını istemiş ve Akşemseddin’i oğluna hoca olarak tayin etmiştir. Akşemseddin bu tayinden sonra İstanbul’un fethine kadar Fatih Sultan Mehmed’in yanında kalacak ve fethin gerçekleşmesinde büyük katkılarda bulunacaktır. İstanbul’un fethi gerçekleştikten sonra camiye dönüştürülen Ayasofya’da ilk Cuma namazını kıldırmıştır. Bazı kaynaklarda Ebu Eyyüb el-Ensari’nin kabrinin yerini de tespit ettiği yazmaktadır. Bugün Eyüp Sultan Camisi ve Eyyüp el-Ensari’nin türbesi bu tespitten sonra inşa edilmiştir.

Akşemseddin sadece ilim ve tasavvuf alanında uzman bir şahsiyet değildi. Aynı zamanda tıp alanında da uzmandı. O dönemde padişah ve ailesi başta olmak üzere birçok kişinin hastalıklarından kurtulmasına yardımcı olmuştur. Eczacılık alanında edindiği uzmanlığı sayesinde birçok hastalığa şifa olacak bitkisel karışımlardan ilaçlar üretmiştir. Yazdığı yedi eserden biri olan Maddetü'l-Hayat eserinde tıp ve eczacılık ilmi alanında bilgileri kaleme almıştır. Bu eserinde “Hastalıkların insanlarda teker teker ortaya çıktığını sanmak hatadır. Hastalık, insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma, gözle görülmeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.”, tespitini yaparak, batı bilimci Antonie Van Leewenhoek’ten tam iki yüz yıl önce canlı tohumlar olarak nitelendirdiği mikrobu keşfetmiştir. Normal hastalıkları tedavi etmesinin yanında ruhsal hastalıkları tedavi etmekte uzman bir şahsiyettir.

Akşemseddin, İstanbul’un fethinden sonra İstanbul’dan ayrılarak Bolu Göynük’e geri döndü. Fatih’in yoğun ısrarına rağmen İstanbul’da kalmak istemedi. Göynük’te ilmi çalışmalarına devam etti. Hayatı boyunca başta Fatih Sultan Mehmed olmak üzere birçok öğrenci yetiştiren ve biri tıp alanında olmak üzere yedi eser kaleme alan Akşemseddin 16 Şubat 1459 yılında vefat etti ve yaşadığı yer olan Göynük’e defnedildi. Türbesi, 1464 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından inşa ettirilmiştir ve günümüzde ziyaretçilere açık bir yerdir.

Yazıyı sesli dinlemek için;

İBNÜ’L-ESÎR, El-Kamil Fit-Tarih

İsmi tam olarak “İzzüddîn Ebu’l Hasen Ali b. Ebi’l-Kerem Muhammed b. Muhammed b. Abdulkerim b. Abdulvahid eş-Şeybânî el-Cezerî” olan İbnü’l Esir, 12 Mayıs 1160 yılında Cizre’de doğdu. Burada doğduğu için İbnü’l-Esir el-Cezeri olarak bilinir ve İzzüddin lakabıyla anılır.

            Eğitim hayatına babasının yöneticisi olduğu ve doğduğu Cizre’de başladı. O dönemde şehrin eğitim ve kültür merkezi olması kendisini iyi derecede yetiştirmesini sağladı. Şehirde bulunan medreseler dışında sürekli dışarıdan buraya gelen âlimlerden de istifade ederek eğitimini ileri bir seviyeye getirdi. Kendisini Cizre’de bulunduğu süre zarfında çok iyi yetiştirmesine rağmen kaynaklarda bu döneme ait eğitim aldığı hocalar hakkında bir bilgi bulunmamaktadır. Belli vakitlerde devletin ve eğitimin merkezi konumunda bulunan Musul’a gelerek belli başlı hocalardan ders aldığı da bazı kaynaklarda geçmektedir. 21 yaşına geldiğinde hac vazifesini yerine getirmek için hacca gitti. Burada bazı âlimlerle tanışarak onlardan hadis dersleri aldı. Hadis dersleri ilgisini çektiği için hac dönüşü Bağdat’a gelerek Şafii fakihi Şeyh Ebü’l Kasım Yaiş’den ve dönemin diğer büyük âlimlerinden hadis dersleri aldı.

            Bağdat’ta hadis dersleri eğitimini tamamladıktan sonra tekrar Cizre’ye döndü. 24 yaşındayken burada çıkan siyasi olaylar yüzünden ailesi ile birlikte Musul’a göç etti. Daha önce eğitimi için ara ara geldiği Musul’a yerleşmiş olmaları kendisini geliştirmesi açısından iyi bir fırsat olacağından bu olay onu sevindirmiştir. Musul’da hadis alanında uzman olan Ebü’l-Fazl Abdullah et-Tusi’den hadis dersleri almaya devam etmiştir.

            Eğitim hayatını tamamladıktan sonra, ilim hayatına verdiği önem ve kendisini çok iyi yetiştirmesi dönemin idarecileri tarafından fark edilir ve onu bir devlet adamı yapar. İlk iş olarak Musul Atabeyi’nin elçisi olarak görev yapar. Görevi gereği gittiği Bağdat’ta Abdülmün’im b. Küleyb,  Abdülvehhab b. Sükeyne gibi âlimlerle tanıştı. Bu âlimlerin yanında Bağdat Kütüphanesinden istifade ederek kıymetli eserleri okuma fırsatını elde etti. Elçi olarak görev aldığı süre boyunca İslam dünyasının Şam, Kudüs gibi önemli birçok şehrini gezdi. Şam ve Kudüs’te önemli fakih, kura, muhaddis, dil ve belagat âlimlerinden dersler aldı.

            İbnü’l Esir hayatı boyunca ilimle meşgul olmasının yanında İslam ordusunun haçlılara karşı seferlerinde de yer aldı. Kudüs’ün Fethi dışında Selahaddin Eyyubi’nin seferlerinin neredeyse tamamına katıldı. Bu seferlerde gördüğü ve yaşadığı olayları “El-Kamil Fit-Tarih” eserinde kaleme aldı. Bu eser ayrıca İbnü’l Esir’e Ortaçağ’ın en büyük ve güvenilir İslam tarihçilerinden olma vasfını kazandırmıştır. Dünya da birçok tarihçi İslam tarihini anlatırken “El-Kamil Fit-Tarih” eserini kaynak kitap olarak kullanırlar.

İbnü’l Esir hadis, edebiyat ve belagat ilimlerinde iyi derecede bilgi sahibi olmasına rağmen tarih ilminde derinleşmiş ve en önemli eseri olan “El-Kamil Fit-Tarih” kitabında tarihi konu edinmiştir. Ona göre tarih, ibret alınması gereken olaylar bütünüdür. İdarecilerin mutlaka tarihten istifade ederek toplumları idare etmesi gerektiğini söylemiştir. “El-Kamil Fit-Tarih” eserinde “Tarih sadece yöneticilere değil bütün insanlara hitap eder. İnsanoğlu tarihi olayları okuyarak orada meydana gelen olaylardan ibret almalı, kendisine pay çıkarmalıdır. Çünkü tarih iyi ve kötü yönleriyle tekerrür eden bir dersten ibarettir.” der.

İbnül’Esir’in El-Kamil Fit-Tarih dışında, Et-Târîhu’l-Bâhir fi’d-Devleti’l-Atâbekiyye, Üsdü’l-Ğâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, El-Lübâb fî Tehzîbi’l-Ensâb adında üç tane daha önemli eseri vardır.

            İbn’ül Esir ömrünün son demlerini Musul’da geçirmiş ve burada sadece hadis ilmiyle meşgul olmuştur. Hadis alanında birçok talebe yetiştirmiştir. Sahabe biyografilerini yazdığı “Üsdü’l-Ğâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe” eserini bu dönemde kaleme almıştır. Ömrünü ilim öğrenmeye ve öğretmeye vakfederek geçiren İbn’ül Esir takvim yaprakları 6 Haziran 1233 yılını gösterdiğinde vefat eder ve Musul’a defnedilir. Kabrinin üzerinde 1939 yılında yaptırılan bir türbe bulunmaktadır.

DÜNYA HAYATI BİR OYUNDAN İBARETTİR

DÜNYA HAYATI BİR OYUNDAN İBARETTİR…

İnsanoğlu hangi dine, hangi ideolojiye inanırsa inansın, hangi fikirleri dile getirirse getirsin değiştiremeyeceği bir hakikat vardır! Bu hakikat "ölüm" gerçeğidir. İnanç ve ideolojiler, son bulan yaşam için farklı görüşler dile getirmiştir. Kimisi için bir yok oluş, kimisi için yeni bir bedende yaşama dönüş ve kimisi için de yeniden, yeni bir alemde varoluştur. Görüşler her ne olursa olsun bizim için hakikati İslam belirler. Bu alemin yaratanının katında tek kabul görecek din İslam’dır. İslam dini ve onun Kitabı yani yaşam rehberimiz olan Kur’an, dünya hayatının geçici bir heves olduğunu, asıl yaşamın ahiret hayatı olacağını, dünya yaşamında yaptığımız her davranışın bir hesabı olacağını bize bildirir. Bu bildiri dünyada yaşam biçimimizi belirler.

Müslümanlar olarak dünya hayatını ahiret hayatı ile ilişkilendirerek yaşamalıyız. Dünya hayatında son bulan yaşamımızın ahirette devam edeceğinin idrakinde olmalıyız. Dünyada yaşadıklarımız, hal ve hareketlerimiz ahiretteki konumumuzu belirler. Binaenaleyh her hareketimize, söylediğimiz her sözümüze pürdikkat etmeliyiz. Bilerek günaha girmemeli ve istemeden işlediğimiz her günahın sonunda tövbe etmeliyiz. Dinimizin temel kaynağı olan Kur'an'da Efendimize (s.a.v) bile mütemadiyen tövbe etmesi buyrulmaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) her gün yüzlerce defa tövbe ederken, bizim tövbe etmeden yastığa başımızı koymamız ne kadar doğrudur? Tövbe zikrimizden bir zikir olmalı. Her gece tövbe etmiyorsak, hatta geceyi beklemeden her ân tövbe etmeyi ihmal ediyorsak, dünya hayatımızın son bulacağını unutuyoruz demektir.

Günümüz insanının hatta günümüz Müslümanlarının, yani bizlerin seküler hale gelen dünyanın gidişatına ayak uydurarak, hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamamızın başlıca nedenleri arasında bize rehber olması için indirilen Kuran'dan bihaber yaşıyor olmamız vardır. Kur'an'a olan saygımız maalesef salt yüzeyde kalmaktadır. Onu ezberliyor, dinlerken gözyaşı döküyor, ama gönderdiği mesajları anlamak için bir gayret sarf etmiyoruz. Eğer Kur'an'ı okur ve anlamak için bir çaba sarf etseydik yaptığımız en küçük hayır ve şerrin ahiret hayatında karşımıza çıkacağını bilir ve hesabını veremeyeceğimiz davranışlardan uzak dururduk. Ezan okunduğunda vakit namazlarımızı vaktinde kılar, günahlarımızdan ötürü af dilemek için namaz sonralarında ellerimizi yaratıcıya açar af dilerdik. Kazandığımız paranın nereden geldiğine dikkat eder, birikimimizden garibanın hakkı olan zekâtı kendisine ulaştırırdık. Belki de en kolay yaptığımız ve her söylemimizde kendimizi haklı çıkardığımız ifadelerden uzak durarak gıybetten yani ölmüş kardeşimizin etini yemekten uzak dururduk. Kul hakkının yaratıcı katında af olmayacağını bilir, insanların hakkına girmekten kendimizi alıkoyardık.

Dünya hayatında neler yapmamız ve neler yapmamamız gerektiğini bize apaçık sunan Kur'an'ı başucu kitabımız yapmadığımız sürece, ahiret hayatımızda geleceğimiz konumun iyi olamayacağını bilerek yaşamalıyız. “Öyle bir günden sakının ki, o gün hepiniz Allaha döndürülüp götürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı amellerin karşılığı verilecek ve onlara asla haksızlık yapılmayacaktır.” (Bakara-281; Diyanet İşleri Meali) Bu ayeti anlayarak yaşamaya başladığımızda ahiret hayatı hep hatırımızda kalacaktır ve gelip geçici olan dünya hayatına aldanmamış olacağız.

 

   

ABDÜLMETİN BALKANLIOĞLU

 

Onu, ilk kez 2006 yılında sevdiğim bir insanın düğününde dinlemek nasip oldu. Sunucu onun ismini zikrettiğinde kim olduğu hakkında bir bilgim yoktu. Ama salonun tepkisi kaliteli bir hoca olduğu izlenimini vermişti bana. Kürsüye elinde koltuk değnekleriyle çıkmıştı. İki hafta önce trafik kazası geçirdiğini ve sağ ayağında kırık olduğunu ama damada söz verdiği için ayağı alçıda ve koltuk değnekleriyle buraya geldiğini söylemişti. Sohbetine başlamadan önce geçirdiği kaza için Allah’a şükrediyordu. Hatırladığım kadarı ile Hoca “İnsan bazen dünyaya aldanabiliyor. Rabbine yeterince ibadet edip şükretmeyebilir. Bende de böyle bir durum oldu herhalde. İbadetlerimde bir azalma oldu sanırsam. Bu kaza beni kendime getirdi. Rabbime şükürler olsun ki bu kaza ibadetlerimi ve şükrümü artırmama vesile oldu. Düşünüyorum da ne güzel bir kaza geçirmişim. Rabbime hamd olsun, rabbime hamd olsun, rabbime hamd olsun” işte bunları söyleyerek başlamıştı sohbetine Abdülmetin Balkanlıoğlu Hoca. Ne güzel bir insandı. Başına gelen bir kazayı Rabbinin kendisine rahmeti olarak görüyordu.  İnsanların başına bir musibet geldiğinde nasıl davranacaklarını lisanı haliyle gösteriyordu.

Abdülmetin Hoca takvim yaprakları 1958 yılını gösterdiğinde Çorum Sungurlu ilçesine bağlı Aşağıfındıklı köyünde doğdu. İlkokul eğitimini köyünde okuduktan sonra 1970 yılında Çorum İmam Hatip Okuluna kayıt oldu. Burada ortaokulu okuduktan sonra yine aynı okulda lise eğitimini tamamladı. 1978 yılında girdiği üniversite sınavında İstanbul Hukuk fakültesini kazandı. Bu yıllarda Mahmut Efendi ile tanışır. Mahmut Efendi kendisine hukuk fakültesini bırak gel hoca ol der. İlk zamanlarda bu teklife sıcak bakmaz ama ülkede oluşan siyasi krizler Müslümanların eğitim hayatını zorlaştırır. Sürekli Mahmut Efendi’nin sohbetlerine katılan Abdülmetin Hoca bir gün hocanın kendisine “Çün buldun ilmi Kur’ân, neylesin ilmi Yunan”  yani “Sen Kur’ân ilmini bulmuş birisin, Yunan hukukunu bırak.” demesi üzerine hukuk fakültesini bırakır ve hoca olmaya karar verir.

            Hukuk fakültesini bıraktıktan sonra kendini ilme veren hocanın bu konuda alt yapısını annesi ve babası oluşturur. Bu ailede eğitimin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Henüz 4 yaşındayken annesinin onu namaz hassasiyetiyle yetiştirmesi, 3. sınıfa kadar babası tarafından eğitilmesi bu kararı vermesinde etkili olmuştur. Babası onun kaymakam ve vaiz olmasını isterdi. Bu ülke şartlarına göre pek mümkün değildi. O hukuk fakültesini bırakarak vaiz olmayı tercih etti. Bunu yaparken hiç pişman olmadığını söyler. “Dünyaya bir daha gelsem yine hoca olurdum” der Abdülmetin Hoca. Bir seminerinde “ben vaiz oldum kardeşim kaymakam, böylelikle babamın dileğini yerine getirmiş olduk.” der.

            İslami çalışmalarda hep önden giden olurdu. Çalışmalarda grup ayırt etmezdi. Bir yerde İslam adına bir çalışma varsa orada bulunurdu. İnsanları sen şu cemaattensin, sen şu gruptansın diye ayırmazdı. Her zaman ümmetçilik anlayışı ile hareket ederdi. Yaptığı her sohbetinde, verdiği her vaazında bunu insanlara da söylerdi. Gençlik yıllarında içinde bulunduğu Akıncılar ve M.T.T.B’de kendisini siyasi ve kültürel olarak yetiştirdi. Mahmut Efendi ile tanıştıktan sonra bu ocaklardan ayrılarak imam oldu.

            İmam olarak ilk görev aldığı cami Şile Ağva Hacı Köyü’ndeydi. Caminin bir imamı vardı ama cemaati yoktu. İnsanları camiye çekmek için gece gündüz uğraşırdı.  Kahvelere giderek oyun oynayan insanları camiye getirmek için onlara yalvarırdı. Görev aldığı her yerde aşkla ve şevkle çalıştı. Açıktan içki içilen köylerde insanlara içkiyi bıraktırdı. Cemaati olmayan camilerde, sabah namazlarında 100 kişilik cemaatle namaz kılardı. İnsana değer verirdi, onları dışlamaz, onlarla ilgilenirdi. Uzaktan gelenlere, evi yurdu olmayan insanlara caminin kapısını açar, onları orda barındırırdı. Samimiyetle çalışması, insanların kendisini sevmesine vesile olurdu. İmamlık yaptığı dönemlerde cami için de olsa kimseden para almazdı. Kimseden karşılıksız bir şey istemezdi, köylüler kendisine süt verirdi oda onlara leblebi verirdi. Ticari bir kaygısı yoktu, para kazanma gibi bir derdi de olmadı. Sohbetlerini videolara aldırarak onları para karşılığında satmadı ve kimsenin bunlardan para kazanmasına müsaade etmedi. Onun tek bir gayesi vardı, Allah rızasını kazanmaktı.

            Emekli olduktan sonra da boş durmadı. Eğitim almak için Şam’a gitti, burada yaklaşık 3 yıl eğitim aldı. Savaş çıktıktan sonra Türkiye’ye döndü. Hizmetlerine kaldığı yerden devam etti. Güçlü bir kalemi yoktu, kitap yazmadı ama sohbetleri ile birçok gönlü fethetti. Sadaka vermeyi çok severdi “zengin değilim öyle çok büyük paralar veremem ama 1 TL de olsa sadaka vermeyi ihmal etmem” derdi. Bir cenazeye katıldığında mutlaka mevta adına sadaka verirdi ve bunu herkesin yapmasını isterdi. Küskünleri sadaka ile barıştırdığını dile getirirdi. Çocuklara ve gençlere ayrı değer verirdi. Onlarla özel olarak ilgilenir kalplerini İslam’a ısındırırdı. Bazı insanlar çocukları camiden kovar o ise çocuklarla oyun oynar ve sonra onlar ile namaza dururdu. Allah’ın sevgisini kazanmanın yolu, O’nun kullarının sevgisini kazanmaktan geçtiğini bilirdi. Rabbim ona 60 yıllık bir ömür verdi. 60 yıllık ömrü Allah yolunda tüketen ve tek gayesi O’nun rızasını kazanmak olan Abdülmetin Hoca 20 Haziran 2018 yılında vefat etmiştir. Bütün ömrünü Allah rızası için tükettiğine şahit olduğumuz Abdülmetin Hoca evli ve 2 çocuk babasıydı. Rabbim rahmetiyle muamele etsin, onu cennetine koysun… Amin!

ABDÜRRAŞİT İBRAHİM EFENDİ

İLİM VE ALİM (ABDÜRRAŞİT İBRAHİM EFENDİ)

Mehmet Akif Ersoy’un yakın arkadaşı ve şiirlerinde Mehmet Akif Ersoy’un Japonlardan bahsetmesine vesile olan Abdurreşid İbrahim Efendi 1857 yılında Sibirya’nın Tobolsk Şehrinin Tara kasabasında doğdu. Eğitim hayatına Rusya’daki medreselerde başladı. Temel eğitimini tamamladıktan sonra 1879 yılında Orenburg’a gelerek yaklaşık bir yıl boyunca zengin bir ailenin hizmetkârlığını yaptı. Aile reisinin 1880 yılında Hicaz’a gitmesinde ona eşlik etti. Burada Hac vazifesini yerine getirdi. Hac vazifesini yerine getirdikten sonra Medine’ye yerleşerek medrese eğitimine devam etti. Medrese eğitimini tamamlandıktan sonra icazetnamesini alarak 1984 yılında doğduğu kasabaya geri döndü.

Doğduğu kasabada müderrisliğe başladı ve burada birçok öğrenci yetiştirdi. Yetiştirdiği öğrencileri Medine’ye götürüp medreseye yerleştiriyordu. Müslümanların okuması ve kendilerini sürekli yetiştirmesi gerektiğini söylediği için bulunduğu kasabada modern okullar açma girişiminde bulundu. Rusya’da bulunan Müslüman gençlerin temel eğitimlerini verdikten sonra, onları İstanbul’a getirip Darüşşafaka ve Dar’üt tedris okullarına yerleştiriyordu. Bu durum Rusya’da yaygınlaşınca Rus hükümeti bu faaliyetinden rahatsızlık duyarak yaptığı çalışmalara kısıtlama getirdi. 1891 yılında Ufa Şehrinde kadı görevi verildi. Bu görevi esnasında Müslümanların sorunlarını çözmek için dernekler kurdu. Fakir ve yetimleri bu derneklerde eğitiyor ve onların sorunlarıyla ilgileniyordu. Dönemin hükümetine, yaptığı çalışmalarından dolayı şikâyet edilince hayati tehlikesi olduğu için 1895’te Osmanlı Devleti’ne sığınarak İstanbul’a geldi. İstanbul’da ilmi çalışmalarının yanında ziraatçilik yaparak iaşesini temin eden Abdürreşid İbrahim Efendi Rusya’nın Müslümanlara yaptığı zulmü anlattığı “Çoban Yıldızı” adlı eserini yazdı. Bu eseri gizlice Rusya’ya sokarak Müslümanları Osmanlı Devleti’ne göç etmeye davet etti. Bu davetine yaklaşık 70 bin Müslüman karşılık vererek Anadolu’ya geldi.

                1896 yılında Avrupa’ya yaptığı seyahatlerde tanıştığı bürokratlara Rusya’da yaşayan Müslümanlara, Rus hükümeti tarafından yapılan zulümleri anlattı. Avrupa seyahatinden sonra 1900’de Rusya’nın başkenti St. Petersburg’a geldi. Burada Rus Hükümeti’nin Müslümanlara yaptığı zulümleri anlatan bir dergi çıkardı. Derginin yanında yayınladığı dini ve siyasi eserlerden dolayı baskıya maruz kaldı. Bu baskılar sonucu 1903 yılında Japonya’ya gitti. Japon halkını gördükten sonra onların Müslümanlığa çok yatkın olduğunu ve Müslümanlığın burada yayılması için Abdülhamit Han’a bir mektup yazdı ve ondan yardım istedi. Rus karşıtı faaliyetlerine Japonya’da devam etmesinden ötürü Rus Hükümetinin ısrarı üzerine Japon Hükümeti Japonya’dan ayrılmasını istedi. Bunun üzerine Japonya’dan ayrılarak İstanbul’a geldi. Rusya, İstanbul’da bulunmasından da rahatsızlık duyarak Osmanlı Devleti’nden kendilerine teslim edilmesini istedi. Osmanlı Devleti 1904 yılında Abdurreşid İbrahim Efendi’yi Rusya’ya teslim etmek zorunda kaldı. Rusya hükümeti ceza evine koyduğu Abdurreşid İbrahim Efendi’yi Rusya’da yaşayan Türklerin büyük baskıları sonucu 2 haftanın sonunda cezaevinden çıkarmak zorunda kaldı. Cezaevinden çıktıktan sonra yayın hayatına ve çalışmalarına devam etti. Müslümanların birlik olması için mücadelesini sürdürdü. Birlik olmanın önemini anlatan  “Bin Üç Yüz Senelik Nazra” adlı eserini yayınladı. Rus hükümeti yayınlarında ve çalışmalarından rahatsızlık duymaya devam etti ve kendisine baskılar yaptı. Baskılara dayanamayarak 3 yıl sürecek Doğu Türkistan, Çin, Kore, Singapur ve Hindistan ziyaretlerinde bulundu. Gittiği ülkelerde İslam’ı anlattı ve birçok üst düzey yöneticilerin Müslüman olmasını sağladı.

                1910 yılında tekrar İstanbul’a gelerek Osmanlı vatandaşlığı için hükümete başvuruda bulundu, başvurusu 1912 yılında kabul edildi ve Osmanlı vatandaşı oldu. İstanbul’a yerleştikten sonra burada vaazlar vermeye başladı. Vaazlarında gezdiği ülkelerde Müslümanların içinde bulunduğu durumu Osmanlılara aktardı. Bu vaazlar esnasında Mehmet Akif Ersoy ile tanışıp iyi dost oldular. Süleymaniye’de verdiği bir vaazından etkilenen Mehmet Akif Ersoy, vaazı “Süleymaniye Kürsüsünde” adıyla şiirleştirip yayınladı. 

                Abdürreşid İbrahim Efendi Osmanlı vatandaşı olduktan sonra ara ara gittiği Japonya’dan 1933 yılında davet aldı. Daveti kabul edip Japonya’ya yerleşti. Tokyo’da bir cami yapımı için çok uğraştı ve 1937 yılında caminin tamamlamasını sağladı. Caminin ilk imamı da kendisi oldu. 1939 yılında İslamiyet’in Japonya’da resmi din olarak tanınmasını sağladı. Müslümanların burada faaliyetlerde bulunabileceği teşkilatlar kurmasının önündeki engelleri kaldırdı. Japonları tanıdıktan sonra en büyük hayali onların Müslüman olmasını sağlamaktı ve bunun için çok çalıştı. Ömrü buna yetmemişti. 17 Ağustos 1944 yılında Tokyo’da vefat etti.

 

İMAM GAZALİ

 

İmam Gazalinin hayatını araştırıp okurken şöyle bir bilgiye ulaştım, dönemin alimlerinin dizinden ve meclislerinden ayrılmayan babası yine bir gün bulunduğu bir sohbette sohbet hocasının söylediklerinden çok etkilenerek göz yaşları içerisinde Rabbinden alim olacak bir evlat ister. Bu dua 1058 yılında kabul olur ve İmam Gazali günümüzde İran sınırları içerisinde bulunan Horasan’ın Tus şehrinde doğar.

Eğitim hayatına doğduğu Tus şehrinde Ahmed bin Muhammed er-Razikani’n bulunduğu medresede başlamıştır. İslami ilimlerde temel eğitimini Tus şehrinde tamamladıktan sonra tahsilinde daha da derinleşmek için Cürcan şehrine giderek eğitimine bir süre burada devam etmiştir. Daha sonra dönemin en ünlü medresesi Nişabur Nizamiye Medresesi’nde 28 yaşına kadar eğitim almıştır. Aldığı eğitimler neticesinde itikadi düşünce olarak Ebû’l Hasan El Eş’ariden etkilenen Gazali ameli görüş olarak da İmam Şafii’den etkilenmiştir. Büyük Selçuklu Devleti’nin veziri Nizamülmülk’ü, dönemin alimlerinin de bulunduğu bir mecliste ilmi ile etkileyerek 1091 yılında Nizamiye Medresesine Baş Müderris olarak tayin edilir. Bu görevinde gösterdiği gayret ve ilmiyle kısa sürede saygınlık kazandı.

Yaşadığı dönemde İslam aleminde yaşanan fikri ve siyasi karmaşanın yanında batı felsefesinin de etkisiyle ortaya çıkan Batınilik akımına ve batı felsefesine karşı verdiği amansız mücadele ve ortaya koyduğu ilmi hakikatler sayesinde, batı felsefesinin İslam alemi içinde yaygınlaşmasına izin vermedi. Bu dönemde insanların hakikat arayışları ilgisini çekmiş ve insanları hakikati aramada felsefeciler, kelamcılar, sûfiler ve batıniler olarak dört gruba ayırmıştır. İmam Gazali’ye göre sufilerin görüşleri dışında kalan görüşler Ehl’i Sünnet itikadının ya dışındaydı ya da görüşleri ile zarar veriyordu. Gazali bu dört grup insan içerisinde Ehl-i Sünnet itikadının dışında kalan grupların görüşlerine reddiyeler yazarak mücadele etmiştir.

Gazali hakikati bulmanın yolunun Sufizm’den geçtiğine inanarak bu alana yönelmiştir. Doğduğu Tus şehrinde yaptırdığı Tekke’de öğrencileri ile birlikte Sufi bir yaşam sürerek öğrencilerine hakikati bu yol ile anlattı. Gazali’nin öğrencilik yıllarında geçirdiği ruhsal bunalım onun tasavvufa yönelmesinde etkili olmuştur. Sufizm kavramını şeriat yasaları ile birleştirerek tasavvufu teorik olarak eserlerinde açıklamıştır. Ona göre tasavvuf insanın manevi hastalıklarından kurtulması için önemli bir etkendi.

İmam Gazali’nin yaşadığı dönemde dünya siyasetinde de önemli gelişmeler yaşanmaktaydı. Abbasiler ve Endülüs Emevi Devleti gerilerken Büyük Selçuklu Devleti sınırlarını genişletiyordu. Sınırlarını genişleten Büyük Selçuklu Devleti İslam alemi için önemli yerler edecek günümüz üniversitelerine denk olan medreseler açıyordu. İlk haçlı seferleri yine Gazali’nin yaşadığı dönemde yapılmış önce Antakya kuşatılmış ve kısa bir süre sonra da Kudüs işgal edilmişti. Edebiyat dünyasında tanınan şair Ömer Hayyam ve Haşhaşiler olarak nam salan İslam düşmanı grubun lideri Hassan Sabbah da İmam Gazali’nin döneminde yaşamıştır. 

İmam Gazali yaşamı boyunca risale ve reddiyeler ile birlikte 500 eser yazmıştır. Bu eserlerin günümüze kadar 75 tanesi ulaşmıştır. En önemli ve en çok okunan eseri İhya-u Ulumi’d Din’dir. Bunun yanında birçok eseri batı dillerine çevrilmiştir. Eyyühe’l Veled adlı eseri 1951 yılında UNESCO tarafından İngilizce, Fransızca ve İspanyolca’ya tercüme edilmiştir. Batı dillerinde Algazel olarak bilinen İmam Gazali 1111 yılında doğduğu şehir olan Tus’ta vefat etmiştir.

İMAM NEVEVÎ

 

İslam’ı yaşamada hayat rehberimiz Kur’an’ı Kerimden sonra, başucu kitaplarımız arasında olan Riyazü’s Salihin’in yazarı İmam Nevevî 1233 yılında Şam’ın güneyinde bulunan Neva köyünde doğmuştur. Asıl ismi Yahya bin Şeref olan Nevevî’nin, doğduğu yere nispetle Nevalı anlamına gelen Nevevî ismini almış ve bu isimle anılmıştır.

İmam Nevevî, babasının ticaret ile meşgul olmasından dolayı istememesine rağmen çocukluk dönemini babasının yanında çalışarak geçirdi. Babasının yanında çalıştığı süre zarfında işten artan vakitlerde çevresinde bulunan medreselere giderek temel İslami ilimler derslerini aldı. İlme olan ilgisini fark eden babası, onun bu alanda yetişmesi için on sekiz yaşında Dımaşk (Şam)’ta bulunan Revahiyye Medresesi’ne yerleştirdi. İki sene kadar burada eğitim aldıktan sonra babası ile birlikte Hacca gitti. Hac dönüşünde Medine’de kalarak eğitimine burada devam etti. Medine’de kaldığı süre boyunca özellikle İslam Hukuku ve Hadis alanlarında kendini çok geliştirmiş ve zamanın ender şahsiyetlerinden biri olmuştur. Eğitim hayatının sekteye uğratacağını düşündüğünden dolayı evlenmeyen Nevevî 1262 yılından itibaren öğrenci yetiştirmeye ve eser vermeye başlamıştır. Birçok âlim zat yetiştirmenin yanında başta Riyazü’s Salihin olmak üzere ilim dünyamıza birçok eser kazandırmıştır.

1267 yılında Eşrefiyye Darülhadisi şeyhliğine getirilen Nevevî vefatına kadar burada görevini yerine getirmeye gayret gösterdi. Hadis alanında o kadar uzmanlaşmıştı ki kendisine “Hadis âlimlerinin efendisi” deniyordu. Hadislere o kadar vakıftı ki zayıf ve uydurma rivayetlerden sahih hadisleri kolayca ayırt ederek, onlardan fıkhi hüküm çıkarmada meziyetli bir âlimdi. Şafii fıkhında dönemin en önemli âlimi kabul edilirdi.

Nevevî, “insan için en büyük ibadetin helaller ve haramları öğrenmesi ve bu doğrultuda yaşamasıdır” der. Yaşamı boyunca bu prensipten asla taviz vermedi, lüksten ve dünya zevklerinden uzak durdu. Görev aldığı medrese dışında kimseden para almazdı. Medrese de kendisine verilen aylık ile sürekli kitap alır, aldığı kitapları okuduktan sonra talebelerin okuması için onları medreseye bağışlardı. Haksızlık karşısında sessiz kalmazdı. Dönemin iktidarına boyun eğmediği gibi yanlışlarını söylemekten asla çekinmezdi. Memlük Sultan’ının halktan aldığı ağır vergilerin alınmaması için sultana mektup yazmış ve bu mektubu diğer âlimlere de imzalatarak ortak bir dilekçe metni olarak sunmuştur. Memlük Sultan’ı Baybars’tan çekinmeden gösterdiği bu tavırdan sonra halk tarafından çok sevilmiş, namı ve eserleri birçok yere ulaşmıştır.

Kırk dört yıllık yaşamında, on sekiz yaşında başladığı ve yirmi altı yıl süren ilim hayatında başta Riyazü’s Salihin, Kırk Hadis ve Sahihi Müslim şerhleri olmak üzere kırkın üzerinde eser vermiştir. Verdiği eserler günümüz dünyasında yazılan birçok eserinde kaynağı olduğu gibi en çok okunan eserlerin başında gelmektedir. Yaşadığı dönemde İslam Dünyası’nın içinde bulunduğu sıkıntılara karşı insanları aydınlatma ve doğru yola iletme konusunda geri durmadığı gibi özel yaşantısıyla da örnek şahsiyetlerden olan İmam Nevevî, 1277 yılında kırk dört yaşında vefat etmiştir.

İSMAİL RACİ FARUKİ

"Müslümanlar hem bilime hem de islami ilime hâkim olmalı"

Hayatı boyunca bilginin peşinden koşan, bilime İslami bir çerçevede bakan ve akademik camiaya “bilginin İslamileştirilmesi” yolunda bir ufuk açan İsmail Raci Faruki 21 Ocak 1921’de Filistin’in Yafa şehrinde dünyaya geldi. İslami ilimler alanında ilk eğitimini dönemin büyük âlimlerinden olan babası Abdülhüda El Faruki’den alan Faruki orta öğretimini başarılı bir sınav sonucu ile girdiği Fransız Koleji olan Saint Joseph Koleji’nde tamamladı. Burada tanıştığı Felsefe bilimine merak salarak, 1936 yılında başladığı üniversite öğretimini, 1941 yılında Beyrut Amerikan Üniversitesinde Felsefe bölümünde tamamladı.

1945 yılında Celile valisi olarak göreve getirilen Faruki, valiliği sırasında Filistin topraklarında kurulması istenen İsrail Devleti’ne karşı büyük bir mücadele verir. 1948 yılında Filistin topraklarının işgal edilerek İsrail Devleti’nin kurulması sonucunda valilik görevini bırakır ve ABD’ye gider. 1949 yılında ABD’de bulunan Indiana ve 1951 yılında Harvard Üniversitelerinde felsefe alanında yüksek lisansını büyük bir başarı ile tamamlar. Yüksek lisansını tamamladıktan sonra 1952 yılında Indiana Üniversitesinde doktora eğitimine başlar. Doktora eğitimini tamamladıktan sonra Mısır’a gelerek El Ezher’de üç yıl şerri ilimler alanında eğitim aldı.

Eğitim hayatı boyunca Filistin davasından vazgeçmeyen Faruki, gençlik hareketlerinin içerisinde bulunarak Filistinlilerin her zaman haklarının savunucusu oldu. 1959 yılında tekrar ABD’ye dönerek Mc Gill Üniversitesinde Yahudilik ve Hıristiyanlık alanında derin araştırmalar yaptı. Araştırmalarının yanında bu üniversitede 1961 yılına kadar lisans öğrencilerine eğitim verdi. Ardından Pakistan’a giden Faruki burada İslam Araştırma Merkezinde iki yıl görev alarak büyük katkılarda bulundu. 1963 yılında ABD’de bulunan Müslüman öğrencilerin kurduğu Müslim Student Association yani Müslüman Öğrenciler Birliği’nde aktif olarak çalışıp buradaki öğrencilerin kültürel dayanışmalarını sağlayarak onlara, araştırmacı bir ruha sahip olmaları konusunda rehberlik etti.

1964 yılında Syracuse Üniversitesinde doçent olarak 4 yıl eğitim verdi. Doçent olarak çalışmasının yanında İslam araştırmaları programını başlattı. 1968 yılında burada ki görevinden ayrılarak Philadelphia Temple Üniversitesinde Din İlimleri Profesörü olarak göreve başladı. Bu görevle yetinmeyerek burada İslam araştırmaları bölümünü kurdu. Akademik çalışmalarını sürdürürken tanıştığı Lois Lamyâ ile evlendi.

1972 yılına gelindiğinde ABD’nde kurmak istediği İslam Üniversitesi çalışmalarının öncü ayağını oluşturacak, Müslüman Sosyal Bilim Adamları Derneği’ni kurar ve yaşamı boyunca bu derneğin başkanlığını sürdürür. Derneğin en önemli faaliyeti ABD’de bulunan Müslüman öğrencileri ve hocaları bir araya getirmesiydi. Burada bir araya gelen öğrenci ve hocalar ABD’de kurulacak İslami okul ve üniversitelerin çalışmasını yapmaktaydı. Bu çalışmalar ilerleyen yıllarda meyvesini vermiş ilk etapta Chicago’da Amerikan İslam Koleji ve 1981 yılında Uluslararası İslami Düşünce Enstitüsü kuruldu. Bu enstitü “bilginin İslamileştirilmesi” düşüncesi alanında derin araştırmalar yapmış ve yazın dünyasına birçok kitap ve makale vermiştir. Faruki’nin bu akıma çok büyük bir önem vermesi İslam dünyasının büyük bir ikilem içinde bulunmasıydı. Müslümanların bir yandan bilimin seçilerek dinin insanların kendi dünyasında yaşatılması inancı, diğer yandan dinin yaşamın merkezine alınıp bilimden yoksun olarak yaşamalarıydı. Faruki’ye göre İslam dünyasının bu ikilemden kurtulmasının tek bir yolu olabilirdi oda bilimi İslamlaştırmaktı. Müslümanlar hem bilime hem de İslami ilime hâkim olarak ikisi arasında bir sentez oluşturabilirdi.

Faruki bu çalışmalarının yanında asla vazgeçmediği ve sürekli mücadelesini verdiği Filistin davası hayatının merkezindeydi. Siyonizm karşıtı söylemleri, İsrail Devleti’nin hiçbir hukuki karşılığının olmadığı ve bir işgal devleti olması hasebiyle yıkılması gerektiğini her defasında vurgulamıştır. ABD’de İsrail lobisinin güçlü olması, lobiye ait resmi bülten olan Yakın Doğu Raporu tarafından İsrail’i yıkmak isteyen adam olarak gösterilmesi ve Habrew Üniversitesi’nde yapılan bir konferansta onun fikirleri tartışılmış ve İsrail için tehlikeli bir düşman olarak ilan edilmişti.

ABD’de bulunan Yahudileri Müdafaa Derneği başkanının bir gazetede ismini vermeden “Ünlü Filistinli Amerikan Profesörün susturulması” planından bahsetmesi Faruki’yi hedef tahtasına koymuştu. 27 Mayıs 1986 yılında evlerinde eşiyle birlikte bir sahur vakti bıçaklı bir saldırıya uğrayarak şehit edildiler. O yaptığı çalışmalarla evrensel bir şahsiyet olduğunu Pakistan, Güney Afrika, Hindistan, Malezya, Libya, Suudi Arabistan, Mısır ve ABD’de birçok üniversitede ve İslami araştırma kurumlarına yaptığı danışmanlık, verdiği konferanslarla ve katkıda bulunduğu akademik çalışmalar ile göstermiştir. 65 yıllık yaşamına Filistin davasını, öğrenci çalışmalarını, 25 kitap ve yüzlerce makale sığdıran Faruki, bu kadar birikimi elde etmek için acaba kaç “KİTAP” okumuştur?

İMAM SERAHSİ

Âlimlerimiz ahiret yolculuğunda, bize dünya hayatında yol gösteren rehberlerimizdir. Onların gittiği yoldan yürümek ve onların bize bıraktıkları ile daha iyi neler yapabiliriz düşüncesinde olmak için, onların ibretlik hayatlarını iyi bilmeli ve bize bıraktıkları eserleri okumalıyız. Yazımızda hayatı ibretliklerle dolu olan ve bize günümüz şartlarında Allah’ın davası uğrunda çalışırken sığındığımız bahanelerden bizi utandıracak İmam Serahsi’nin hayatını kaleme alacağız.

            İmam Serahsi, kesin olmamakla birlikte 1009 senesinde günümüzde İran sınırları içerisinde yer alan Serahs şehrinde doğdu. Doğduğu yıllarda Serahs şehrinin Türkmenistan sınırları içerisinde yer almasından dolayı, İmam Serahsi’nin Türk olabileceği bazı kaynaklarda geçmiştir. İsmi tam olarak Muhammed Bin Ahmed Bin Ebi Sehl Serahsi’dir. Serahs şehrinde doğduğundan dolayı kendisine Serahsi denilmektedir.

Çocukluk yıllarına dair elimizde bir veri olmamakla birlikte erken yaşlarda ilimle uğraşmaya başlayan Serahsi, Türkmenistan’da başladığı eğitim hayatına Buhara’da devam etmiştir. Buhara’da dönemin en meşhur fıkıh âlimi olan Şems-ül-eimme Ebu Muhammed Abdülaziz bin Ahmed Hulvani'den fıkıh dersleri aldı. Uzun süre bu derslere devam eden İmam Serahsi fıkıh alanında kendisini çok iyi yetiştirdi. Hocasının hayatını kaybetmesinden sonra yerine geçen İmam Serahsi, “âlimlerin güneşi” anlamına gelen Şems-ül-eimme lakabını aldı.  Fıkıh ilminin yanında kelam dersleri de alan Serahsi, ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirmiştir. Bu yolda çok sıkıntılar çeken Serahsi, otuz ciltlik El Mebsût gibi bir eseri hapis hayatında ilim dünyamıza kazandırır.

Karahanlılar döneminde yaşayan Serahsi, bu dönemde idareciler tarafından uygulanan haksız ve fazla vergilere karşı itirazlarda bulunur ve halkı bu vergileri vermemeleri hususunda uyarır. Serahsi’ye güvenen halk onunla birlikte hareket eder ve dönemin hükümdarına başkaldırır. Bu başkaldırının sorumlusu olarak İmam Serahsi 1073 yılında hapse atılır. Atıldığı hapiste bir kuyunun içinde yalnız başına bırakıldığı gibi, her türlü imkândan da mahrum bırakılır. O bu felaketi saadete çevirir. Kuyunun başına toplanan öğrencilerine ufak bir delikten seslenerek, elinde hiçbir kitap olmadan ders vermeye devam eder. 15 yıl süren bu esaret ve zor şartlarda verdiği derslerden öğrencilerine otuz ciltlik El Mebsût eserini yazdırır. Zor şartlar altında yazılan bu eser fıkıh usulünde kaynak kitapların başında gelir.  Bu eseri yazan öğrenciler, Cuma namazı bahsinde şöyle bir not düşerler: “Bize bunları yazdıran ne cumaya, ne cemaate gidemeyen biridir.” El Mebsût dışında El Usûl, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, Şerhu Kitâbi’l-Kesb, Şerhu’l-Câmii’l-Kebîr, Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, Şerhu Muhtasari’t-Tahâvî, Şerhu Ziyâdâti’z-Ziyâdât olmak üzere toplamda yedi eseri daha vardır.

1087 yılında hapisten çıkan Serahsi Fergana’ya gider. Fergana Emiri tarafından talebeleri ile birlikte saraya alınır. Burada öğrencilerine ders vermeye devam eden Serahsi yarım kalan eserlerini de tamamlar. Fergana da 3 yıl kalan Serahsi 1090 yılında vefat eder.

15 yıl boyunca bir kuyuda zor şartlarda hapis yatan İmam Serahsi’nin yazdığı otuz ciltlik El Mebsût eserini, elimizde bulunan bunca imkânlara rağmen kaçımız okumuştur? Daha doğru bir ifade ile kaçımız bu eserden haberdardı…!?

Kayıt Ol



Üye Girişi