İstanbul İl Müftümüz Prof. Dr. Sn. Mehmet Emin MAŞALI hocamızla Röportajımız | Merhaba News

İstanbul İl Müftüsü Prof. Dr. Mehmet Emin MAŞALI:

“Âdâb-ı muaşeret yoksa, ahlâk yoktur; ahlâk yoksa din yoktur.”

         Dergimizin bu sayısını, günümüzde görgü kuralları olarak ifade edilen, ama çok daha şümullü bir anlamı olan “adâb-ı muaşeret” konusuna ayırdık, yani insanlar arasındaki ilişkilerde uyulması gereken ve insanca yaşamayı sağlayan kurallara. Toplumsal hayatın güvenli, huzurlu ve mutlu bir şekilde yürümesinin teminatı olan bu kurallar ve değerlerin yokluğu ise kabalığın, çatışmaların, güvensizliğin de zeminini oluşturur. Bireyler ve toplum olarak bu konuda hangi noktadayız? Nasıl bir manzara sergiliyoruz? İnancımıza ve insanlığımıza yakışan bir hayat için neler yapmalıyız, nelere dikkat etmeliyiz?

İşte bu soruların cevaplarını almak için konuyla ilgi söyleşimizi, ilmi ve ilmine uygun yaşantısıyla temayüz etmiş İstanbul İl Müftümüz Sayın Prof. Dr. Mehmet Emin MAŞALI hocamız ile gerçekleştirdik. Sözü fazla uzatmadan, çok istifade edilecek, çok verimli bu söyleşi ile siz değerli okuyucularımızı baş başa bırakıyoruz.

İKRA: İKRA Dergimizin bu sayısındaki konusu adâb-ı muaşeret ile alâkalı. Malum, söz ile kâl, kâl ile hâl arasında uyum nedir, ne değildir? İnançlarımızı davranışlarımıza yansıtıp yansıtmama konusundaki genel çerçeve nedir? Bu konuda İstanbul’da en yetkili ağız olarak sizden bu konularla alâkalı düşüncelerinizi almaya yönelik sorularımız olacak. Onları yöneltmek istiyoruz; ama öncelikle kısaca biraz kendinizden bahsederseniz seviniriz.

Prof. Mehmet Emin MAŞALI: Bendeniz 1967 yılında Sinop’un Boyabat kazasında dünyaya geldim. İlköğretimi Boyabat’ta okudum. Sonra İmam Hatip Ortaokulu’na başladım. İkinci sınıfta bir yıl ara vererek hafızlığımı tamamladım. Sonra tahsilime kaldığım yerden devam ettim ve 1986 yılında İHL’yi bitirdim. Lise son sınıfta iken 1986 yılında İran’da düzenlenen uluslararası hafızlık yarışmasına Ülkemiz adına katıldım. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisat Bölümü’ne girdim. Burada 2 yıl okudum. Bu 2 yıl zarfında Beyazıt Camii İmam Hatibi merhum İsmail Biçer hocamızdan Kur’ân talimi dersleri aldım. İki yıl sonra İktisat Fakültesi’ni bırakarak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne geçtim. Üniversite öğrenimim süresince Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii ve Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nde müezzin kayyım olarak görev yaptım. Yine üniversite tahsilim boyunca merhum İsmail Biçer ve Abdurrahman Gürses hocaefendilerden ilm-i kıraati tahsil ettim, Emin Saraç hocaefendinin ders halkalarında bulundum. Bu arada 1990 yılında Suudi Arabistan’da düzenlenen hafızlık yarışmasına ülkemizi temsilen katıldım. 1993 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldum. Aynı Fakülte’de tefsirde yüksek lisansa başladım. 1994 yılında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Ana Bilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak göreve başladım. 2003 yılında doktor, 2011 yılında ise doçent unvanını aldım. Aynı yıl Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne geçiş yaptım. 2016 yılında profesör oldum. Akademik çalışmalarımda genellikle Kur’ân tarihi, tefsir tarihi, kıraat tarihi ve Kur’ân’ın hikmet merkezli yorumu konuları üzerinde durdum.

İKRA: Çok başarılı bir akademik hayatınız var; Allah devamını getirsin inşallah.

Prof. Mehmet Emin MAŞALI: Estağfirullah efendim, İnşallah.

İKRA: Şimdi, hocam ülkemizde insanlar kendilerini Müslüman kimliğiyle tanıtma konusunda oldukça iyiler, bu da bir Müslüman olarak bizi sevindiriyor. Fakat insanların Müslümanım demeleri ile Müslümanlığın hayatlarındaki tezahürü noktasında bir farklılık görünüyor.   Sizin açınızdan kişilerin sadece Müslümanım demeleri yeterli mi yoksa ilaveten başka işler de yapmalılar mı?

Prof. Mehmet Emin MAŞALI: Tabii, şimdi hani Müslümanım demek, bu bir iddia. Bir defa Müslüman ilahi emir ve yasaklara teslim olmuş kişi demektir. İslam da bu anlamda esas itibariyle; Allah’ın emirlerine, yasaklarına, onun çizmiş olduğu çerçeveye riayet etmek, ona teslim olmak demektir. Aslında Müslüman, inandığı değerleri kabullenmiş, içselleştirmiş ve bunu hayatına yansıtmış kişi demektir. Dolayısıyla İslam; teorik, zihni bir kabulü değil, zihnen kabul ettiğiniz, inandığınız bir şeyi davranışlarınızla ifade etmeyi gösterir. Dolayısıyla iman ve mümin olma, itikadî, bir şeydir; inançla, zihinle ve gönülle alâkalıdır. Zihnimizde ve gönlümüzde beslediğimiz imanın, inancın yaşam pratiği haline getirilmesinin adıdır, Müslümanlık. Bu ne anlama geliyor; Müslümansanız inandığınız değerler var, o değerleri hayatınıza yansıtıyorsunuz demektir. Müslümanlık hayatta ve pratikte varsa, orada Müslümanlık var demektir, gerçek manada. Pratik yön eksikse Müslümanlık iddiamızın tam hakkını verebiliyoruz diyemeyiz. Dolayısıyla imanla İslam arasında böyle bir bağlantı kurmak gerekir. Kur’ân-ı Kerim’de de imanla Müslümanlık, imanla İslam kelimeleri arasındaki bu farkı görürüz. Birisi bir iddianın kabulünü, diğeri ise gönüldeki bu kabullenmenin hayata yansıtılmasını ifade eder. Hucurât suresinde bu ayrımı görürüz.

İKRA: İmanı bir anlamda iddia, İslam’ı da ispat şeklinde kabul edebilir miyiz?

Prof. Mehmet Emin MAŞALI: Pek tabii ki, iman iddiasının pratiğe aktarılmasının adıdır İslam. Kur’ân’ı Kerim’de çok sayıda ayette “ellezîne âmenû ve amilû’s-sâlihât” şeklinde iman ile amel bir arada zikredilir. Bu açıdan baktığımızda bir imandan, bir de imanın amel olarak tezahür etmesinden bahsedilebilir ki bu da mümin kişinin hem inanmış olduğunu hem de bu inancı doğrultusunda hareket ettiğini gösterir. Bu yönüyle amel-i sâlih’in İslam’a tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Yani İslam ve Müslümanlık demek inancı gereğine göre yaşamak, hareket etmek ve davranışları ona göre şekillendirmek demektir. Dolayısıyla bir Müslümanın gerçek anlamda Müslümanlık iddiasında bulunabilmesi için inandığı değerlerin hayatına yansıyor olması gerekir.

İKRA: Hocam hayatına yansıtırken, şimdi görgü kuralları diye ifade ediliyor ama eski ifadesini ben daha çok seviyorum “adâb-ı muaşeret”. Adâb-ı muaşeret kuralları dediğimizde şöyle bir algı var: Bu kurallara uyup uymamak çok da önemli değil, yani uyduğunuzda ekstra bir mükâfat, uymadığınızda hukuk açısından bir ceza yok. Dolayısıyla uysan da uymasan da olur gibi bir söylem olmasa da, bir eylem var. Sizin açınızdan bu olaya baktığınızda adâb-ı muaşeret kurallarına uymamanın uhrevi ve dünyevi açıdan değerlendirdiğimizde neler söylemek istersiniz?

Prof. Mehmet Emin MAŞALI: Adâb-ı muaşeret, Türkçemizdeki karşılığı demin ifade ettiğiniz gibi “genel görgü kuralları” gibi bir algı var. Haddizatında âdâb-ı muaşeret terkibi İslam ahlâkını ifade eder. Yani âdâb-ı muâşeret eşittir İslam ahlâkı diyebiliriz. İslam ahlâkı, ahlâk nerden beslenir? Kur’ân’dan beslenir. Dolayısıyla İslam ahlâkı demek, Kur’ân-ı Kerim’in ve Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm), gerek sözlerinin, gerekse uygulamalarının ifade ettiği bir hayat tarzını benimsemektir. Âdâb-ı muâşereti İslam ahlâkına, İslam ahlâkını da Kur’ân-ı Kerim’e ve sünnete dayandırdığımız zaman aslında adâb-ı muâşeret olarak ifade edilen şeyin, Kur’ân ve sünnet merkezli bir hayat tarzını benimsemek olduğu ortaya çıkar. Dolayısıyla âdâb-ı muâşereti dar anlamda genel görgü kuralları değil, ahlaka karşılık gelen geniş bir anlam örgüsünün bulunduğunu bilmemiz gerek.

İKRA: Evet, gerçekten önemli. Peki hocam ahlak nedir o zaman?

Prof. Mehmet Emin MAŞALI: Tabii, şimdi ahlâkı da biraz izah etmek gerekiyor, bu anlamda. Ahlâk’ı hep bireysel anlamda faziletlilik gibi algılıyoruz; yani kişiyi ilgilendiren ve daha ziyade bireysel yönü ağır basan, bir şahsın iyi ya da kötü olmasını ifade eden birtakım değerler gibi algılıyoruz. Hâlbuki ahlâk sadece bireylerin faziletliliğini sağlayan hasletler değildir, bunun da ötesinde kâinattaki nizamın yürürlüğü de buna bağlıdır. Ahlâk’ın bulunmadığı bir yerde sadece bireyler zarar görmez, kâinattaki düzen, nizam, intizam ortadan kalkar. Bunun örneği olarak bilim ve teknolojide gelişmiş kimi toplumları gösterebiliriz. Bu toplumların ahlâk noktasındaki eksikliğinin şu an özellikle İslam dünyasında oluşturduğu sorunlara hep beraber tanıklık ediyoruz. Yine ahlâk dinden beslenir. Kim olursa olsun bütün ahlâki değerlerin arkasında semavi bir buyruk vardır, yani vahiy vardır. İslam ahlâkı açısından baktığımızda ise bu Kur’ân’dır, sünnettir. Bu şu acıdan önemlidir; kişi eğer ahlâki değerlere sahipse, kendisini dinin dışında biri olarak tanımlasa da, yine de din dairesinin içinde kalır ve ahlak onun dinle irtibatını her daim zinde ve diri tutar. Yine bir kişinin davranışlarında ahlakilik vasfı yoksa, o kişi istediği kadar dindarlık iddiasında bulunsun, din dairesinin dışında kalır. Eğer biz ahlaklanmayı başaramazsak, mümin ve Müslüman olma iddiamız zafiyete uğrar. Ahlak bu anlamda kişilerin dinle irtibatını ya da dinin kaynaklarıyla irtibatını sürdüren ve kişiyi dinî daire içinde tutan bir şeydir. Bu durum ahlaka karşılık gelen adâb-ı muâşeretin bizim için olmazsa olmaz olduğunu gösterir.

İKRA: Yani, bire bir tırnak içerisinde “edepsizliğin cezası şudur” şeklinde her ne kadar kitaplarımızda yazmasa da bu söylediğinizden hareketle şunu anlıyorum ben; eğer adâb-ı muaşereti icra etmezsek aslında toplum netice itibariyle inanç değerlerinin dışına çıkmış oluyor.

Prof. Mehmet Emin MAŞALI: Dışına çıkar, yani adâb-ı muaşeret bizi İslam ahlâkına, İslam ahlâkı da bizi dini değerlerle buluşturacağı için dinin alanında kalmanın yolu ahlâktan ve adâb-ı muaşeretten geçer. Yani adâb-ı muaşeret yoksa ahlâk yoktur; ahlâk yoksa din yoktur. Bu kadar net söyleyeyim.

İKRA: Peki hocam buradan bakıldığında gerek Türkiye’yi gerek İslam coğrafyasını nasıl görüyorsunuz?

Prof. Mehmet Emin MAŞALI: İslam dünyasındaki duruma geldiğimiz zaman ahlâkın ve adâb-ı muaşeretin dindeki yerini tam sağlıklı değerlendiremiyoruz. Az önce ifade ettiğim gibi, âdab-ı muâşereti, bu dinin ne zarûrâtından (olmazsa olmazlarından), ne hâciyâtından (zaruri olmasa da eksikliği meşakkate, sıkıntıya ve darlığa yol açan değerlerden) değil de olmazsa olmaz bir unsur olarak değerlendiriyoruz veya en iyimser yaklaşımla tahsîniyyât (olsa iyi olur) kabilinden hasletler olarak değerlendiriyoruz.  

Bu durum bizim dindarlık anlayışımızda bir sıkıntının varlığını gösterir. Yani genellikle dindarlık dendiği zaman hep sevap kazanmaya dönük ve bireysel anlamda sevabı artırmaya matuf bir dindarlık telakkimiz var. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’e bakalım, Efendimizin hadislerine bakalım din şu başlıklar altında döner: Bir, bizim Cenab-ı Hakk’a karşı görevlerimiz var, bir de bizim dışımızdaki insanlara karşı ödevlerimiz var. Halkayı biraz daha genişlettiğimiz zaman ödev ve sorumluluk alanımıza bütün mahlukât girer. Allah’a karşı görevlerimiz, Hakkullah (Allah hakkı); şeksiz şüphesiz bir iman ve Cenab-ı Hakk’a karşı kulluğumuzu izhar edeceğimiz ibâdat ve taatlerimizdir.

İnsanlarla olan ilişkilerimize, insanlara karşı görevlerimize gelince; âdâb-ı muâşeret ve ahlâk, işte burada devreye giriyor. Dışımızdaki kişilerle olan ilişkilerimiz de aslında Hakkullah’la güçlü bir irtibata sahip. Bunlar ayrı kompartımanlar değil. İnsanlara karşı görevimiz var;  burası âdâb-ı muâşeret ve ahlâk; Allah’a karşı görevimiz var, burası da iman ve ibadet. Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda bu ikisi arasında çok güçlü bir bağ var. Birinin olmadığı yerde diğeri yok. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler bu iki alan (Hakkullah ve Hakku’l-ıbâd) arasındaki ilişkiyi çok güçlü tutar: “…İnne’s-salâte tenhâ ani’l-fahşâi ve’l- munker...” (Namaz, kişiyi hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar) demek, sen Allah’ın hakkını gerçek anlamda ifa ediyorsan, kulların hakkı noktasında da alabildiğince hassasiyete sahip olursun, anlamına gelir.

Fahreddin er-Râzî’nin tefsirinde yer verdiği güzel bir değerlendirme var. Bu değerlendirmenin tam olarak kime ait olduğunu bilemiyorum, ama meşhur, anonim bir söz: “Medârü’l-emri alâ şey’eyn.” Yani din, iki şey etrafında döner durur: Birincisi “et-ta’zîm li-emrillah” yani Allah’ın emirlerine tazimdir. İkincisi ise “eş-şefekatü alâ halkillah” Allah’ın yarattığı mahlukâta merhametli, şefkatli olmaktır. Birinci boyut Hakkullah’a riayet etmeyi ifade eder; ikincisi ise Hakku’l-ıbâd, kullara karşı ya da diğer mahlukâta karşı görevlerimizi ifa etmeyi ifade eder.

Bizdeki esas yanlış burada. Namazında, niyazında olan bir kişinin insanlarla, toplumla olan ilişkilerinde sıkıntılar var. Niye? Çünkü bu iki alanı birbirinden ayırıyoruz. Bu iki alanın birbiri ile olan irtibatını göremiyoruz. Buhari’nin Kitâbu’l-İmân’ında zikrettiği hadisler çok dikkatimi çeker. Zira bu hadisler esas itibariyle imanla alakalıdır: “Men kâne yü'minü billâhi vel-yevmil-âhiri fe’l-yükrim dayfehû” (Kim Allah’a ve ahirete inanıyorsa misafirine ikramda bulunsun). Diğer hadis “men kâne yu’minu billâhi ve’l-yevmi’l-âhiri felâ yu’zi cârahû” (Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa komşusuna eziyet etmesin.) Bunlara baktığımız zaman aslında bizim dinimizde, hakkullah ile hakku’l-ıbâd arasında keskin bir ayırım bulunmadığı ve bunların birbirinden tamamen ayrı alanlar olmadığını görürüz. Belki isimlendirme noktasındaki ayırımlardır bunlar. Siz iman ve Müslümanlık iddiasında bulunuyorsanız, o iddianın tezahürü komşularınızla ilişkilerinizde yatıyor, misafirinizle irtibatınız da yatıyor, sizin dışınızdaki insanlarla irtibatınızda yatıyor. Dolayısıyla anılan iki alan arasında ayırım asla söz konusu değildir. Günümüzün en temel sorunu bence bu ikisi arasında yapılan ayırımdır. Bir başka ifadeyle ana sorun dindarlığı sosyal hayattan, muamelâttan, karşılıklı ilişkiden arındırıp tamamen bireysel manada sevap kazanma aracına indirgemekten kaynaklanıyor diye düşünüyorum.

İKRA: Bir anlamda kalite göstergemiz diyebilir miyiz, âdâb-ı muâşeret için?

Prof. Mehmet Emin MAŞALI: Benim bir konudaki zihni muktesebatım, o muktesebat  doğrultusunda hareket edip etmememle alakalı bir şeydir. Dolayısıyla inandığımız, iddia ettiğimiz, kabullendiğimizi söylediğimiz değerleri hayatımıza aksettirebilirsek bunun adı âdâb-ı muâşerettir. Bu bizim sair insanlarla, mahlukâtın tamamıyla irtibatımızı şekillendiriyorsa ortada bir Müslümanlık, iman var demektir. Zahiren birtakım dinî görevleri yerine getiriyor olabilirim; ama ikili ilişkilere geldiğimde, sosyal hayatta yansıması söz konusu değilse, biz mümin olma iddiamızda çok samimi değiliz ya da onun ne anlama geldiğini çok idrak edememişiz demektir.

İKRA: Hocam İslam Dininin en iyi öğretildiği yerlerden birisi de ilahiyat fakülteleridir.  ilahiyat fakültelerindeki eğitimin kalitesi noktasında bir şeyler ifade etmek ister misiniz?

Prof. Mehmet Emin MAŞALI: İlahiyat fakülteleri, ülkemizde YÖK’e bağlı olarak eğitim öğretim faaliyetini yürüten kurumlarımızdır. Dolayısıyla ülkemizdeki eğitim düzeyi ne ise ilahiyat fakültelerinin eğitim düzeyi de odur. Ancak şunu ifade edeyim, son yıllarda İlahiyat fakültelerinde, önceki yıllarla kıyaslanmayacak şekilde, çok ciddi bir kalite artışı söz konusudur. Bunu bir güzelleme olsun diye değil, bizzat inandığım bir şey olarak ifade ediyorum. Tabi bu ideal midir, ulaşılması gereken hedef bu mudur? Asla! İdeal olan, ulaşılması gereken bu değil; ama daha iyiye doğru gitme yönünde hem bir çaba var, hem de bu çabanın fiilî karşılığı söz konusu. Şimdi İslami İlimler dediğimiz 14 asırlık devasa bir ilmi birikim, medeniyet birikimi var. Kur’ân-ı Kerim bizim medeniyetimizin merkezi. Efendimizin (sav) sünneti, bizim medeniyetimizin merkezi ki, İslam medeniyeti bu şekilde Kur’ân ve sünnet merkezli, merkeziyetçi bir medeniyettir. Daha sonra bu 14 asır içerisinde, Kur’an ve Sünnet üzerine inşa edilmiş bir fikriyat var. Bir de İslam’ın temeddün dediğimiz bir yaşanma biçimi var. Dolayısıyla ilahiyat eğitim öğretimi süresince, hem medeniyetimizin merkezini oluşturan Kur’an ve Sünnet’i iyi hazmetmek, hem 14 asır içinde bu iki kaynak üzerinde oluşan ilmi müktesebat ve birikimi hazmetmek, hem de tarihte bunun bir hayat pratiği, yaşam pratiği olarak vücut bulmuş şekli olarak temeddün boyutunu kavramak ve bunun hakkını verebilmek çok da kolay değil. Ben açık konuşayım, bir öğrencinin 4 yıl, 5 yıl içerisinde bunu hazmetmesi mümkün değil. Burada ister istemez yapılan şu oluyor: Bu bahsettiğim alanlarda temel bilgilerin temini ve bir de öğrencinin en azından İslam medeniyetini tanımasını sağlamaya dönük bir bilgi aktarımı gerçekleşiyor. Bir başka ifadeyle hem geleneği çok iyi bileceksiniz, hem modern/çağdaş birikime vakıf olacaksınız. Çünkü kadim geleneğimizle güçlü bir irtibatımız var ki öncelikle bunu sağlam tutmamız, bu birikimi iyi bilmemiz gerekiyor; bir de mevcut durum var, başka kültürler var, çağımız var. Bu çağdaş kültürü ve değerleri iyi bileceksiniz. Geleneksel birikim içinde sahih olmayan unsurlar varsa onların ayıklamasını yapacaksınız, çağdaş müktesebat içinde sahih olanlar varsa da onları tespite gideceksiniz ve bütün bunları delile dayalı olarak yapacaksınız. Bu yönüyle bir ilahiyatçı hem geleneği çok iyi bilmeli, hem çağdaş durumu çok iyi bilmeli, karşılaştığı sorunlara geleneksel müktesebattan çözümler sunabilmeli. Bütün bunların 4-5 sene içerisinde hakkının verilebilmesi, dört dörtlük yapılabilmesi, kelâmın dilini kullanacak olursak “muhâl”dir. Bir başka ifadeyle bu denli kısa bir zaman dilimi içinde hem geleneği hazmedeceksiniz, onu güçlü bir değerlendirmeye tabi tutacaksınız ve bunu yaparken delile dayanacaksınız; hem de mevcut durumu ve özellikle Batı kültürünü iyi bileceksiniz, onu bir değerlendirmeye tabi tutacaksınız, bunu da yine delile dayalı olarak yapacaksınız. Bütün bunları yapabilmek ciddi çalışmayı gerektirir. Dolayısıyla ilahiyat tahsili öyle bazılarının zannettiği gibi sadece sarf nahiv okumakla, bir iki klasik Arapça metin takip etmekle olmuyor. Çerçevesini çizmeye çalıştığım ideale ulaşmak yönünde ciddi çabalarımızın olması gerekiyor.

Bugün elhamdülillah geleceğe çok daha umutla bakıyorum. Bugünün İlahiyat Fakülteleri dünün ilahiyat fakültelerinden çok daha iyidir. Aynı zamanda bir İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi olarak bunu çok rahat bir şekilde, iddialı bir şekilde söyleyebilirim. Hem imkânlar açısından iyi, hem içinde bulunduğumuz dönem elhamdülillah ilahiyatçıların yapmak istediklerini yapabildikleri bir dönem. Tabi eksiklikler, zayıflıklar mutlaka olacaktır. Dediğim gibi biz bu toplumun bireyleriyiz, bu toplumun güçlü olduğu yerlerde biz de güçlüyüz, zayıf olduğu yerlerde biz de zayıfız. İlahiyatçılar da, İlahiyat Fakülteleri de bu anlamda bu toplumun bir parçası. Ama ilahiyat öğrencisinin üzerindeki yük ve misyon sıradan bir yük ve misyon değildir. Bunun hakkını verebilmek, hem bilgi düzeyinde hem de temeddün dediğimiz hayat pratiği düzeyinde hakkını verebilmek, çok kolay bir şey değildir. Hele hele bunu 4-5 senelik bir eğitimle başarmayı beklemek insafsızlık olur diye düşünüyorum.

İKRA: Çok teşekkürler hocam. Son bir sorumuz daha var. Biz, İKRA Derneği olarak kitap okutan bir derneğiz. Şu ana kadar yaklaşık 15.000 insanın eline bir şekilde kitap ulaştırdık. Şu anda bu gayretlerimiz devam ediyor. Bunun hakkında da düşüncelerinizi alarak daha fazla vaktinizi almadan teşekkür etmek istiyoruz.

Prof. Mehmet Emin MAŞALI: Estağfurullah, ben teşekkür ederim. Daha önce de söylediğim gibi bizim medeniyetimiz kitap merkezli bir medeniyet. İslam medeniyeti, nass medeniyeti, kitap medeniyetidir. Ana nasslarımız (Kur’an ve Sünnet) var, onun üzerine inşa edilmiş nasslar var. Biz şimdi kitap deyince hep böyle siparişler alırız, şu kitabı oku, bu kitabı oku; ama niye bu kitabı okumam gerektiği yönünde bir değerlendirme pek duymayız. Ben İKRA derneğinizin bu anlamdaki faaliyetlerini biliyorum. O anlamda gerçekten yapılması gereken bir şey varsa onu yapıyorsunuz. Zira müftülüğümüzde personelimizin kitap okuma alışkanlıklarını nasıl geliştirebiliriz diye bir araştırma içerisindeyim. Eskiden beri de düşünürüm; ama gördüğüm bir şey var; yapmamız gereken, kitap okumayı tavsiye etmek, okunması gereken kitaplarla ilgili listeler vermek değil sadece; o kitapların niçin okunması gerektiği bilincini aşılamak ve bunun uygulanabilirliğini sağlamak. İKRA Derneği olarak bu anlamda gerçekten en mümeyyiz vasfınız bu. Tebrik ediyorum. Yapılması gereken şey budur; bir kitap niye okunmalıdır, bu kitap okunmadığı takdirde kaybımız ne olur? Bu bilincin aşılanması, bu noktada mihmandarlık, kılavuzluk yapılması gerekir. Bunu yaptığınızdan dolayı tebrik ediyorum. Ve bunu da kesinlikle örnek almamız gerekir diye düşünüyorum. Biz de dergi çıkarıyoruz. Keşke bir sayımızı bir din görevlisinin okuması gereken kitaplar ve bu kitapları niçin okuması gerektiğine yönelik değerlendirmelere tahsis edebilsek, önemli bir katkı sunmuş oluruz diye düşünüyorum. Bu düşüncelerimin ilham kaynağı İKRA DERNEĞİ’dir.

İKRA: Bizim için çok keyifli, çok verimli bir röportaj oldu, umarız sizin içinde keyifli olmuştur. Yeterince meşgul ettik, çok keyifli bir sohbet oldu hocam, sağolun.

Röportaj: Mehmet ÇELİK – Halil KENDİR - Erdoğan AYDIN

Kayıt Ol



Üye Girişi