Prof. Dr. Sefa SAYGILI:
Psikolojik rahatsızlıklardaki patlamanın arkasında fıtrattan uzaklaşma vardır; çözüm, kulluğa geri dönmektir.
Maddi ve manevi temizlik konusunu işlediğimiz bu sayımızda, kapak konusuyla ilgili röportajımızı Psikaytrist Prof. Dr. Sefa SAYGILI hocamızla gerçekleştirdik. Halen Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Psikoloji Bölüm Başkanlığı görevini yürütmekte olan Hocamız ile ülkemizde ve dünyada insanlığın nasıl bir psikolojik manzara sergilediği, bu manzaranın sebepleri ve çözüm yolları üzerinde konuştuk ve doyurucu bilgiler aldık. Yarım asra yakındır insanımıza hizmet veren Hocamız psikolojik rahatsızlıklar yaşayan insanları klinik olarak tedavi edip, onları sağlığına kavuşturmak için çalıştığı kadar, yazdığı kitaplar, yayımladığı yazılar ve gerçekleştirdiği programlar ile de insanların psikolojik rahatsızlıklara hiç düşmeden, ruh sağlığı ve psikolojik dengesi yerinde olan mutlu ve huzurlu kişiler olarak hayatlarına nasıl devam edebileceklerinin yollarını da göstermektedir. “Doktorunuz Diyor ki”, “Dengeli Beslenme Sağlıklı Zayıflama”, “Annemi İstiyorum”, “Babacığım Neredesin?”, “Sağlık Bilinci”, “Dünyayı Aldatanlar”, “Ayhan Songar”, “Mazhar Osman”, “Evlilikte Mutluluk Sanatı”, “Gerçeği Arayanlar”, “Strese Son”, “Beyin ve Ruh”, “Mutluluk Elimizde”, “Hakikati Arayanlar”, “Gıda Rehberi” gibi kitaplar ile insanımıza bir nevi koruyu hekimlik hizmeti sunan Hocamıza şükranlarımızı sunuyor ve siz okuyucularımızı yaptığımız söyleşi ile baş başa bırakıyoruz.
İKRA: Hocam dünyadaki ekolojik dengenin bozulduğu, çevre ve atmosfer kirliliğinin tehlikeli boyutlara ulaştığı yaygın olarak ifade ediliyor. Ancak dünyada yaşanan olaylara bakıldığında çok daha tehlikeli bir kirlenmeden söz etmek mümkün gibi görünüyor: Ruh ve akıl kirlenmesi. Günümüzde insanların sergilediği ruh ve akıl manzarası konusunda neler söylersiniz?
Prof. Dr. Sefa SAYGILI: Evet, şuanda insanlarda bir durgunluk, bir oturmuşluk yok; insanlar yerlerinde duramıyor, kabını zorluyor ve her türlü fıtrata aykırı kanallara giriyor maalesef. Esasen ekolojik denge bozuk derken, bu bozukluğunda bu durumla ilgisi bulunuyor. İnsanlar fedakârlık, özgecilik dediğimiz kendisini düşündüğü kadar başkalarını da düşünebilme, başkalarının haklarına saygılı olma gibi bir takım hasletlerden uzaklaşıyorlar. Bencillik ve bireycilik artıyor. Toplumlar modernleştikçe, ulaşım ve iletişim araçları ilerledikçe maalesef bireycilik, kendi menfaatini ön plana çıkarma da artıyor ve artık başkalarını düşünmüyor insanlar.
Hırs ve kanaatsızlık, psikolojik rahatsızlıkları artırıyor
Sürekli bir hırs ve kanaatsızlık halinde ve sanki devamlı dünyada kalacaklarmış gibi, hiç ölmeyeceklermiş gibi bir gayret içerisine giriyorlar. Tabi böyle olunca insanların dengesi de bozuluyor. Çünkü hem başkalarından zarar görüyorlar, hem de kendi sınırlarını da zorlamış oluyorlar. Ve bakıyoruz ki dünyada hem kişilik bozuklukları dediğimiz anormallikler, hem de psikiyatrik rahatsızlıklar artıyor. İnsanlar kalabalıklar içinde yalnızlık çekiyorlar. Daha mutsuz, daha ümitsiz, daha karamsar hale geliyorlar. Devamlı bir yarış, devamlı bir rekabet var insanlarda. Artık yardımlaşma değil, yarış ön plana çıkmış durumda.
İKRA: Günlük hayata baktığımızda trafikte yol verme meselesi silahlı kavgaya dönüşebiliyor, yüksek sesle müzik dinleme tartışması cinayetle sonuçlanabiliyor. Yine çocukların öz anne-babalarını veya anne babaların kendi çocuklarını öldürmeleriyle ilgili haberler sıradan, kanıksanmış bir hale geldi. Aynı şekilde boşanmaların yaygınlaşması, uyuşturucu kullanımlarındaki artış… Bütün bunlar ne anlama geliyor? Nasıl bir tehlikeye işaret ediyor?
Prof. Dr. S.S.: Kesinlikle insanlar bir kargaşaya, bir karmaşaya doğru gidiyorlar. Dedikleriniz çok doğru, insanlar sanki serseri bir mayın gibiler, nerede patlayacakları belli değil. İnsanlar kendilerine yabancı olan bir takım duygularla dolular. Daha hırslılar, daha benciller, daha kanaatsizler, daha çok madde, daha çok makam peşindeler… Tabi bunların temelinde de daha çabuk ve daha fazla haz alma yatıyor. İnsanlar ne türlü olursa olsun bir haz peşinde ve kendi hazlarını sağlamak için, kendi hayatlarının daha rahat, daha konfor içinde geçmesi için maalesef başka insanları ezmekten, onların haklarını sömürmekten geri kalmıyorlar. Kendisi aşırı yerken, savurganlık ve israfa kaçarken, başkalarının açlık ve yoksulluk içinde olması maalesef onu enterese etmiyor. İnsan hakları, hayvan hakları… Bunlar artık hep göz ardı ediliyor.
Kutsal ve geleneksel değerlerimizin zayıflaması büyük problemlere neden oluyor
Evlilikte de böyle! Daha önce evlenen insanlar, ben mutlu olacağım birini arayacağım dediği kadar, mutlu edeceğim biriyle evleneceğim de derdi. Ama şimdi öyle değil! “Ben, beni mutlu edecek biriyle evlenmek istiyorum”, diyor. Evlilik gibi, birtakım kutsal ve geleneksel değerlerimize, insanı insan yapan değerlerimize maalesef eskisi kadar önem verilmiyor. Buraya evlenmek üzere olan genç kızlar, genç erkekler geliyorlar; onlara “nasıl, iyi anlaşabiliyor musunuz?” diye sorduğumda, birçoğu, “evleniriz, anlaşamazsak ayrılırız” diyorlar. Yani baştan boşanmayı düşünüyorlar.
Ailelerde de bir gariplik var! Eskiden, oğlum-kızım birbirinizi idare edin denirdi, şimdi yapamıyorsan gel, diyorlar. Bakıyorsunuz daha bir iki senelik evli kız, kucağında çocukla baba evine geliyor. Tabi bu, toplumsal büyük mutsuzluklara, facialara yol açıyor. Diğer taraftan bazı yasal düzenlemeler de problemlere neden oluyor. Belki görmüşsünüzdür, geçenlerde sosyal medyada da yer aldı. 18 yaşından küçükken evlenmişler, aradan seneler geçmiş, iki tane çocukları olmuş, kocaya 8 sene hapis cezası vermişler. Eşi ve çocukları aç kalmış, perişan olmuş. Yani böyle durumlar var. Ergenlik çağına gelmiş, ona evlenemezsin deniyor. Ama her türlü flört yaşayabilirsiniz, bu serbest. Yani insan yaratılışına aykırı, insan yaratılışını zorlayan durumlar var maalesef.
Toplumları koruyan kurum ailedir
Gençler bu sefer evlilikten korkar hale geliyor. Evlilik yaşı giderek yükseliyor, evlenmeyenlerin sayısı artıyor. Boşanmalar da artıyor bir yandan. Toplumları koruyan kurumlar ailelerdir, toplumlar için koruyucu bir zırh oluştururlar. İnsanlar aile birliğinde mutlu olur, dış dünyanın tehlikelerine karşı daha dayanıklı olur. Aile kendi içerisinde yardımlaşır, dayanışır. Sadece kendi içinde de değil, aileler dışarıdakilerle de yardımlaşma ve dayanışma içerisine girer. Aile çökünce ne oluyor? Çöküş topluma yansıyor doğal olarak, çünkü toplumun temel müesseseleri aileler. İnsan stres dolu bir günün ardından, akşam evinde rahat etmek ister. Ama aile yaşantısının büyük darbe yediğini görüyoruz. İnsanlar kısa süreli haz peşindeler. Gördüğüm bir başka problem de ailelerde çocuk sayısının azlığıdır. Eskiden ailelerde çocuk sayısı fazlaydı. Akrabalar bir arada yaşardı, aile içi iletişim güçlüydü, destek vardı. Şimdi insanlar doğdukları yerlerde değil, başka yerlerde yaşıyorlar. Apartmanların kibrit kutusu gibi dairelerinde yaşıyorlar.
Çocuk sayısının azlığı ve aşırı ilgi, çocukerkil aileler ortaya çıkartıyor
Aileler de küçüldü, bir yada iki çocuktan ibaret hale geldi. Bu sefer çocuk sayısı az, akrabalardan da uzak yaşandığı için çocukların üzerine fazla düşülüyor. Sonuçta çocukların hâkim olduğu, onların isteklerinin öncelendiği âdeta çocukerkil aileler oluşuyor. Böylece kendine aşırı özgüven duyan narsistik çocukların sayısı artıyor. Bunlar da haz peşinde oluyorlar, her istedikleri olsun istiyorlar. Eziyet çekme, çile çekme dönemi kalmadı çocuklar için. Çabucak hazza ulaşma peşine düşüyorlar. Bu da uyuşturucu gibi, alkol gibi, kumar gibi bir takım kötü alışkanlıkların önünü açıyor. Gencin canı sıkkın, morali bozuk, bu durumda yapılması gereken normal şeyler var; gezip dolaşır, arkadaşlarıyla muhabbet eder, işte ibadet eder, Allah’a sığınır… Ama genç bunlar yerine hemen kendini uyuşturma yolunu seçiyor. Bu da uyuşturucu bağımlılığını maalesef artırıyor.
Hazır ve katkılı gıdalar insan fıtratını bozuyor
Gördüğüm kadarıyla bir başka problem de besinlerdeki bozulmadır. Eskiden besinler doğal olurdu, yemekleri mutfakta annelerimiz pişirirdi. Ama şimdi kadın çalıştığı için lokantalar arttı, hazır yemekler arttı. Artık hazırlanmış olarak paket şeklinde veya konserve şeklinde önümüze geliyor. Bu tür yemeklere de daha çok haz versin, daha çok bağımlılık yapsın, daha çok satılsın diye içerisine bir takım kimyasal maddeler katılıyor; işte aromalar katılıyor, şekerler katılıyor. Şeker toksik bir maddedir, zehirli bir maddedir ve bir nevi bağımlılık yapıyor. Sana haz veriyor ama zararı da çok fazla oluyor. Konservelere bir bakın, örneğin fasulye konservesine bakın! Şekerin ne ilgisi var değil mi? Ama içinde şeker var. Hatta biber konservesine bile şeker koyuyorlar. Yine ekmeklere katıyorlar şekeri… Hepsi ağız tadını çekmeye, sahte bir haz oluşturmaya yönelik. Ama bunların hepsi de insanın fıtratını bozuyor maalesef.
İKRA: Hocam küresel ölçekte baktığımızda da çok iç açıcı bir tabloyla karşılaşmıyoruz: İnsanoğlu, kendi türüyle birlikte bütün dünyayı havaya uçurabilecek korkunç bir silahlanma yarışı içine girmiş durumda. Yönetimler dünyaya hâkim olma sevdasındalar, ama bunu yaparken dünyanın yok olması da umurlarında değil gibi. Kaynaklarıyla, genişliğiyle herkese yetecek bu dünyanın, hem insanlar, hem de diğer canlılar için yaşanamaz bir hale dönüştürülmesinin altında nasıl bir ruh hali yatıyor olabilir?
Prof. Dr. S.S.: İnsanlar başkasına hâkim olmaktan bir nevi haz, gurur duyuyorlar ve bu konuda farklı bir havaya giriyorlar. Bu da söylediğiniz gibi silahlanma yarışını artırıyor. Kaynakların önemli bir kısmı da bu yarışa ayrılıyor. Hâlbuki bu kaynaklar insanların ihtiyaçları için kullanılsa insanlık daha mutlu, dünya daha rahat olur. Şu anda dünyanın yaklaşık 8 milyar nüfusu var ve dünyada herkese yetecek kaynak bulunuyor. Ama bu kaynakların hor kullanılması, savurganlığın yaygınlaşması, silahlanma yarışı, fazla silah satıp çok para kazanalım diye her tarafta savaşların tahrik edilmesi de -ki en büyük oyunlar da İslâm dünyası üzerinde oynanıyor- insanların kişilik problemlerinin arttığını gösteren bir durumdur.
Dengesiz yöneticiler toplumun bir yansımasıdır
Maalesef kişilik problemlerinin arttığı toplumlarda da yine problemli insanlar yönetime gelebiliyor. İşte Amerika, dünyanın süper gücü. Ülkenin başındaki Trump hakkında, bu adamın ruh sağlığının normal olmadığına, psikolojik dengesinin bozuk olduğuna dair profesyonel ruh sağlığı uzmanların imzaladığı raporlar var…
İKRA: Bir psikiyatrist olarak buna katılıyor musunuz, yani Trump psikolojik olarak dengesiz mi?
Prof. Dr. S.S.: Tabi, kesinlikle öyle. Trump psikolojik açıdan tuhaf, garip bir adam. Ama dengesizliğin toplumda yaygın hale geldiği durumlarda insanlar böyle dengesiz kişileri seçebiliyorlar. Sonuçta insanlar layık oldukları şekilde yönetilirler. Bu tür kişilerin başa gelmesi aslında toplumun bir yansımasıdır; toplumun dengesinin de yerinde olmadığını gösteriyor.
İKRA: Hocam açıklamalarınızdan, dünyadaki maddi kirlenmenin ve ekolojik dengenin bozulmasının yanında, ruh ve akıl dünyamız açısından steril bir ortamın olmadığı, psikolojik dengenin de bozulduğu anlaşılıyor. Bu kirli ortam tıbbî açıdan ne tür ve ne boyutta rahatsızlıklar üretiyor? Psikolojik rahatsızlıklarda, bu rahatsızlıkların neden olduğu problemlerde ve ilaç kullanımlarında bir artış var mı?
Prof. Dr. S.S.: Kesinlikle, artış var. Şizofren gibi, bipolar rahatsızlıklar gibi bazı rahatsızlıkları bir kenara bırakırsak, çünkü daha çok genetik faktörler etkili olduğu için bunlarda fazla artış görülmez, psikolojik rahatsızlıklarda ciddi bir artış vardır. Bizim eskiden nevrozlar dediğimiz insanın kendi içindeki rahatsızlıklar var. Mesela bunların başında anksiyete bozukluğu geliyor. Yani endişe, kaygı bozukluğu anlamına geliyor. Sebebi belli değildir, ama insan sürekli bir kaygı, sürekli bir endişe, sürekli bir huzursuzluk, sürekli bir tatsızlık içerisindedir. Bu da insanın fıtratının zorlandığı anlamına geliyor. Kendisine vakit ayırmadığı, bir takım faktörlerin aşırı zorladığı anlamına geliyor. Bir başka rahatsızlık ise panik bozukluktur. Panik bozuklukta kişi normal bir insandır, ama zaman zaman öyle bir korku krizine girer ki, sanki çıldıracakmış, kafayı bozacakmış, iradesi elinden çıkacakmış gibi olur. Bu da günümüzün, çağımızın bir hastalığıdır ve artış göstermektedir. Aynı şekilde depresyonlar, o da artıyor; sıkıntı, mutsuzluk, huzursuzluk, hayatı gereksiz gibi görme, ölümü düşünme, yaşamaktan zevk almama, isteksizlik, haz almama gibi durumlar olarak yansıyor.
Bunların dışında az önce değindiğim kişilik bozuklukları çok artıyor. Yani kendi kişiliğini ön plana çıkartan, rastgele hareket eden, başkalarını düşünmeyen kişiler haline geliyor insanlar. Böylelerinin sayısının artması da tabi toplumu dalga dalga sarıyor, etkiliyor ve toplumda da psikolojik bozuklukların artmasına yol açıyor…
İKRA: Yani son dönemlerde anormal bir artış gösterdiğini söyleyebilir miyiz bu rahatsızlıkların?
Prof. Dr. S.S.:Kesinlikle, özellikle kişilik bozukluklarındaki artış çok fazla. Burada şunu da söyleyelim; çocuklarda ve gençlerde de bu bozukluklar artıyor. Biz çocukların üzerine daha çok düştükçe, onlara daha çok kıymet verdikçe, evdeki yerini daha özelleştirdikçe, önemini daha artırdıkça, koruyucu ve kollayıcı büyüttükçe çocuklar daha sıkıntılı hale geliyorlar…
İKRA: Hocam psikolojik bozuklukların bu kadar artmasının, yaygın bir şekilde gençlere ve çocuklara kadar uzanmasının arkasında temel bir sebep var mıdır?
Prof. Dr. S.S.: Evet tabi, az önce söylediğim gibi hayat tarzının fıtrata yani yaradılışlarına aykırı olması, insanların geleneksel değerlerden, özellikle dini değerlerden kopmaları, bir kul olduklarını unutmaları, kendilerini neredeyse tanrılaştırmaları gibi sebepler psikolojik bozuklukların artmasına ve yaygınlaşmasına yol açmıştır. Ve enteresandır insanlar böyle durumlarda yarı tanrılaştırılmış kişilere veya öyle zannedilen kişilere –Trump örneğinde, Hitler örneğinde olduğu gibi- kolaylıkla tabi olabiliyorlar, o tiplerin peşine takılabiliyorlar.
İKRA: Yani problem tıbbî olmaktan çok daha derinlerde yatıyor gibi, insanın hayata bakışı ve hayat tarzıyla bağlantılı gibi görünüyor, peki çözüm ne?
Prof. Dr. S.S.: İnsanın yaratılışına geri dönmesi, kutsalla barışması, bencillikten, bireycilikten vazgeçmesi, kulluğa geri dönmesi, daha özgeci olması, başka insanların da haklarını görmesi gibi erdemlere dönmesi gerekiyor.
İKRA: Hocam uzun yıllardır, kitaplarınızla, yazılarınızla ve programlarınızla da insanımıza yardımcı oluyorsunuz ve doğal olarak ülkemizde ve özellikle “dindar” diyebileceğimiz camiada çok iyi tanınan birisiniz. Aynı şekilde siz de insanımızı ve camiamızı iyi tanıyorsunuz. Dindarlar özelinde meseleye bakıldığında, bu kesimde de psikolojik bozulmaların yaygınlaşması, inançlı olmalarından dolayı aslında pek görülmemesi gereken rahatsızlıklara düşme söz konusu mu?
Prof. Dr. S.S.: Kesinlikle. Bu durum artık bulaşma halinde, yani bulaşıcı hale geldi. Toplumun genelinden izole olamıyorlar. Örneğin çocuklar okula gidiyorlar; televizyon, internet, bilgisayar gibi aletler herkesin evine girmiş durumda. Böyle olunca, çürümüş dediğimiz anti doğal akımlar herkesi etkiliyor. Kendi çocuklarımızı da, bizi de etkiliyor. Onun için günümüzde Müslümanlar da büyük ölçüde etkilenmişlerdir bu durumdan. Diğerlerine göre daha az da olsa etkileniyor doğal olarak. Havadan etkileniyor, gıdalardan etkileniyor, ekolojik denge bozulursa bunun dışında zaten kalınamıyor maalesef.
İKRA: Hocam son olarak “okumak” konusunda tavsiyelerinizi almak istiyoruz. Bizler İKRA Derneği olarak ana faaliyet alanı kitap okuma ve okutma olan ve düzenli bir okuma programına sahip olan bir çalışma yürütüyoruz. Bu hususta bizlere, okuyuculara neler tavsiye edersiniz?
Prof. Dr. S.S.: Çok güzel bir çalışma yapıyorsunuz ve bence bu çalışma, konuştuğumuz sıkıntılardan kurtulmanın da özünü ve ana hedefini gösteriyor. Okumakla aşılır bu sıkıntılar. Ama günümüzde gençlerin okuması da maalesef engelleniyor; az önce söylediğim gibi bilgisayara, oyunlara, sosyal medyadaki çoğu basit ve faydasız olan mesajları okumaya dalıyorlar. Okumak denildiğinde de daha çok bunu anlıyorlar. Ama okuma dediğimizde, kitap okuma, bilgilenme ve kültürlenme hedef olmalıdır. Gençler ise internete ve filmlere dalıyorlar, bu daha cazip geliyor. Çünkü film izlerken beyni yormuyorsunuz. Kitap okurken ise okuduğunuza konsantre olmak ve hayal dünyanızı çalıştırmak zorundasınız. Böylece okumak ufkunuzu genişletiyor ve zihni açıyor.
Dolayısıyla okumayı sadece gençlere değil, her yaştaki insana tavsiye ediyoruz. Mesela Alzheimer’in en etkili ilaçlarından biri okumadır. Çünkü insan bir roman okurken, bir hikâye kitabı, bir kültür veya düşünce kitabı okurken, kafasından onun değerlendirmesini yapacak, eleştirisini yapacak, yerine göre okuduklarını zihninde canlandıracak. Bu da zihni çalıştırıyor, zihin tembelliğinden kişiyi kurtarıyor. Ama film izlemek öyle değil, her şey hazır geliyor önünüze, zihni çalıştırmaya gerek kalmıyor. İşte zaten en büyük tehlike de bu zihin tembelliğidir. Hâlbuki büyüklerin bir sözü vardır; külfet olmadan nimet olmaz, derler. Külfet olacak yani. Zaten hazır edinilmiş avantajlar fazla zevk vermez, kıymeti de bilinmez. Çocuğa mesela sürekli verici davranın, doyumsuzlaşır ve elindeki nimetlerin kıymetini bilmez. Çocuğa sürekli ve her istediği oyuncak alındığında, çocuk bu oyuncağı çok istemiş olsa da, bir süre oynadıktan sonra kaldırıp atar bir kenara. Sonra yenisini ister. İşte okuma bu olumsuzlukları da kaldırmaya yardım eder. Çünkü okumada sabır vardır, zihni çalıştırma vardır, sakin bir ortam vardır, insan gibi oturup okuduklarını değerlendirme vardır, onlardan anlam çıkarma vardır… Yani bir insana insan olmak için gerekli olan bütün unsurlar vardır okumada. Ve okumanın arttığı toplumlar daha mutludur, daha gelişmiştir, daha huzurludur. Okuyan insanlar daha olgundur. Okumak toplumun temelidir. Kur’an’ı Kerim’in ilk inen ayetinin de “oku” olması bu noktada çok enteresandır. Kitap okuma gençlerin, hatta insanlığın hedefi olmalıdır. Bir kesim Sayın Cumhurbaşkanımızın kıraathaneler açma fikriyle bazı kendini bilmezler alay ettiler ama bu okumayı yaygınlaştıracağı için çok önemlidir. Tabi okumanın en iyisi, kâğıt kokusu alarak, mürekkep kokusu alarak okumaktır.
İKRA: Hocam bize kıymetli zamanınızı ayırıp çok değerli bilgiler ve tavsiyeler verdiğiniz için Derneğimiz ve okuyucularımız adına teşekkür ediyoruz.
Prof. Dr. S.S.: Ben teşekkür eder, başarılı çalışmalarınızın devamını dilerim.
Röportaj: Erdoğan AYDIN – Halil KENDİR