Soru sormak insan için önemli bir meziyet. Doğru sorular bizi doğru cevaplara ulaştırır çoğu kez. En azından doğru cevaba ulaştıracak bir arayışı başlatır. Sorular bizi uykudan uyandırır, hatta bazen uykularımızı kaçırır. Şayet soru soramıyorsak rutinlerin kurbanı olmuşuz demektir. Birlikte bir soru üzerine düşünmeye ne dersiniz? Elimize bir kâğıt kalem alalım ve kendimize beş dakika verip “Müslümanın hayatındaki en önemli yedi ibadet nedir?” sorusunu kendimize soralım. En önemli olan ilk sıraya gelecek şekilde sırasıyla yedi tane ibadet yazalım.
Şayet bu aşamayı bitirdiysek şimdi de şu soruya cevap arayalım: Yazdığımız ibadetlerin içinde ilim tahsil etmek, okumak-yazmak var mı? Zannediyorum çoğumuzun listesinde böyle bir ibadet yer almıyor. Şayet yer alıyorsa o zaman da şu soruyu soralım: İlim tahsili ilk üçte kendine yer bulabildi mi?
Genelde ibadet dendiğinde ilk akla gelenler İslâm’ın şartları içinde yer alan namaz, oruç, hac ve zekat ibadetleri oluyor. Muhtemelen çoğumuzun zihninde ibadet kavramı bu temel pratiklerden öteye geçemiyor. Buna bir de Kur’an okumayı ilave ediyoruz genellikle. İbadet gibi geniş muhtevalı bir kavramı üç beş pratiğe hasrediyoruz. Bazen ahlaki hasletleri de iliştiriyoruz bu listeye. Okumak, yazmak, eğitimle meşgul olmak ise nadiren kendine yer bulabiliyor bu listede. Bunu defalarca tecrübe etme imkânım oldu. Öğretmen olarak görev yaptığım yıllarda hem ortaokul hem de lise öğrencilerine, üniversitede ise ilahiyat öğrencilerine sordum aynı soruyu. Sonuç hep benzer: Okuma-yazma, ilim öğrenme bu listede kendine zor yer buluyor, bulsa da sonlara ilişiyor. Bilmeden yapmak daha makbul hale gelmiş sanki. Halbuki bu tavır riskli ve yanıltıcı çoğu kez. Bilmek, öğrenmek; eylemi öncelemeli halbuki. Namaz farz ise onu bilmek daha öncelikli bir farz değil midir?
Okumak, öğrenmek Müslümanın öncelikli görevlerinden. O sebepten olsa gerek ilk vahiy “Oku!” diye başlıyor. İlk inen ayet grubu olan Alak Suresi’nin ilk beş ayeti içinde Allah’ın insana kalemle yazı yazmayı öğrettiğinden bahsediliyor. Yani okuryazar olmak Müslümanın ilk görevleri arasında yer alıyor. Fatiha’dan sonra Kur’an’ın ikinci inen suresi “Kalem” ismini taşıyor ve burada “kalem”e yemin edilerek sureye başlanıyor. Hz. Peygamber, Mekke’de Darü’l-Erkam diye bilinen bir genç sahabinin evinde tez elden eğitim faaliyetlerine girişiyor. Müslümanları okuryazar yapmak, ilme ısındırmak için adeta bir seferberlik başlatıyor. Hicret öncesinde Mus’ab b. Umeyr’i Medine’ye öğretmen olarak gönderiyor. Medine’ye hicret sonrasında inşa edilen Mescid’in hemen yanına “suffe” denilen bir eğitim kurumu inşa ettiriyor. Bedir Savaşı’nda esir alınan müşrikleri on Müslümana okuma yazma öğretmesi karşılığında serbest bırakıyor. İlim öğrenmenin erkek kadın her Müslümana farz olduğunu sıklıkla hatırlatıyor.
İslâmiyet bir eğitim hareketi şeklinde filizleniyor. Öğrenmek kadar öğretmek de önemli bir vazife olarak yükleniyor Müslümanın omuzuna. İlk dönemlerde karşımıza çıkan rıhle ve canlı ilim geleneği, yaygın medrese ağı, hatırı sayılır sayıdaki alim ve düşünürler, sonraki dönemler için referans görevi gören zengin klasik metinler ilmin ne denli önemsendiğini de gösteriyor bize. İlim, itibar gördüğü yerde mesken tutuyor, mukim oluyor. İlmin mukim olduğu yer hayat buluyor, canlanıyor. Üzerimizdeki ölü toprağı ilimle olan bağımızın zayıflamasıyla ilişkili olsa gerek. Eğer yeniden dirilmek istiyorsak bir Müslüman olarak ilme hak ettiği değeri yeniden iade etmeliyiz. İnsanın yararına kullanılabilecek her türlü bilgiyi de bunun içine dahil ederek bunu yapmalıyız.
Çocuklarımıza dini öğretirken Allah, Peygamber sevgisi ve namaz sevgisi kadar ilim sevgisi de aşılamalıyız. İlimle meşgul olmanın Müslümanın en aslî görevlerinden biri olduğunu onlara iyi anlatmalıyız. Çocuğumuzun, ilimle meşgul olmaması, ilimle muhabbet tesis edememesi, en az namazını kılmaması kadar üzmeli bizi. Önce öğrenmeye açık ve talepkâr hâle getirmeliyiz onları. Tabi evvela biz örnek olmalıyız onlara okuyarak ve mümkünse yazarak. Her Müslümanın evinde mütevazi de olsa bir kütüphane muhakkak bulunmalı. Bu kitaplar bize insanı, hayatı, varlığı yansıtacak zenginlikte olmalı.
Tabi şunu da unutmamak gerekir ki ilim mayalanmaya ihtiyaç duyar. Onu mayalayacak olan da ihlas ve samimiyettir. O nedenle ilim ve samimiyet iki candan yol arkadaşıdır. Bunlardan biri olmadığında diğer nâkıs kalır. Son dönemde Kastamonu’da yetişmiş önemli bir gönül insanı olan Mehmet Feyzi Efendi bu gerçeği şu şekilde formüle eder: “Farzdan evvel farz, ilim; ilim içinde ilim, ihlastır”. Yani ilim, farzın farzı, onun ön şartıdır. Ön şartı yerine getirilmemiş bir farzın ne denli makbul olacağı, üzerinde düşünülmeyi gerektirir. İlmin ön şartı ise ihlastır. Kısacası ihlas olmadan ilim, ilim olmadan amel gerçek değerine kavuşamaz.
Ayhan ÖZ
dunyabizim.com sitesinden alınmıştır.