Av.Emin Atalay
Av.Emin Atalay

Av.Emin Atalay

-

Yazarın Haberleri
FARKINDA MISIN; AMMAR BİN YASİR’LE TEST EDİLİYORSUN!

Yer Mekke’dir. İşkence merkezidir. Zaman, Peygamberimizin bisetinin 5. Yılları. Gâvur gâvurluğunu yapmakta. İsmi ve yeri önemli değil. Bazen Mekke olur, bazen İsrail, bazen Amerika, Bazen Patani, bazen de Türkiye… Zamanın neye gebe olduğu, tarihin ne beklediğini kim bilebilir ki.

 

Yer Mekke. Ammar işkence görmekte… Anne ve babası, Peygamberimin dili ve şehadetiyle cennettedir; belki de yavrularını beklemektedir. Ama zaman erken. Erken olduğu için Ammar işkencelerde…

 

“Allah’a ve peygambere küfredeceksin, yoksa ölürsün!” diye bastırır gâvurlar. Ölmek kolay da, bu işkencelere dayanılmaz ki. Keşke dayanılabilse ya da ölünebilse… Dayanılsa hiç Ammar Allah ve Rasulü’ne küfreder mi?! İmkânı yok… Ama küfrettirirler işte; “En büyük Lat ve Uzza’dır” der! Der ama içi de içini yer… Keşke ölseydi de demeseydi, dili tutulsaydı da söyleyemeseydi. Ama ölememiştir. Ölmek öyle kolay mı? Ölememiştir, ama o küfür sözleri de öle öle söylemiştir....

 

Salıverirler gâvurlar kendisini… Çünkü almışlardır istediklerini. Artık tutmaya gerek yoktur. Salıverirler gitsin!

 

Gidecek başka yer mi var? Koşa koşa peygamberinin yanına gelir. Yüzünde mahcubiyet; yüreğinde mahzuniyet. Mahcup, mahzun ve mağlub…

 

Ama O’nun inandığı peygamber farklıydı, başkaydı. Merhamet doluydu, rahmet çağlayanıydı. Henüz kendisi de tanımıyordu O’nu, cihan da… Böyle böyle tanıyacaklardı ama… Ne zaman düşseler, O kalkmaları için elini uzatacaktı; kemerlerini tutacaktı. Çünkü O, bir ismi Rahman bir ismi Rahim olan rahmet sahibinden alıyordu talimatlarını, elbet öyle olmalıydı…

 

Rahmet sahibinden beslenen rahmet peygamberi Ammar’ı görünce tebessüm eder ve “Kurtulduğun yüzünden belli” der.

Ammar’ın yüzü yerde “Vallahi kurtulamadım ya Rasulullah” der. Gönlünün bir tarafında az bir zaman önce elinden uçup giden ana ve babası, bir tarafında ise imanına küfretmenin tasası… Nasıl kurtulmuş olsun ki, peygamberi ne demek istiyordu ki acaba?

 

Tekrar eder “Vallahi kurtulamadım”

 

Efendimin her sesi/her seslenişi onun yürek yangınına su serpmektedir. Devam eder su serpmeye ve sorar şefkatle “Niçin?”

 

“Niçin mi? Ya Rasulallah ben… ben… ben senden vazgeçmek zorunda kaldım ey efendiler efendisi… Ben Allah’tan vazgeçmek zorunda kaldım. Yine putlara döndüm. Putlara övgüler dizdim. Döndürüldüm!”

 

Anam-babam cennetinde beni beklerken ben cehenneme mi gideceğim, ben ateşlere mi düşeceğim diye yanmakta Ammar. Ateşe girmemiş ama yanmakta. Ateşte yanmak ne ki? O ateşe girmeden yanmakta.

 

Sorar şefkat ve rahmet peygamberi “bunları söylerken kalbin ne söyledi Ammar? Ne hissetti? Hele sen onu söyle! Kalbin ne söylüyordu; bir geçiver dilini?!”

 

Kalp mi? Dil mi? Ammar bunu hiç hesap bile etmemişti. Şimdi şimdi hesap ediyordu.

 

Ateşlerde yanan Ammar titreyerek, utanarak, ürpererek fısıltıyla ve ama emin bir şekilde konuşur: “Kalbim mi? Kalbim iman doluydu Ya Resulallah. Kalbimde hiç tereddüt yoktu. Kendimden de tereddütüm yoktu.”

 

Ve sadece Ammar’a değil, tüm zamanlara ve tüm mekânlara ferman buyurur o Rasul: “Öyleyse sana vebâl yoktur Ammar üzülme… Üzülme ve bir daha seni sıkıştırırlar ve canını burnundan getirmeye çalışırlarsa bir daha söyle; korkma bu sana zarar vermez.”

 

Artık Ammar’ın sevincini izaha ve ifadeye ne kalem yeter ne klavye…

 

Öyleyse Ammar’ı bırakalım ve kendimize, kendi gönlümüze bakalım birazda:

 

Hemen çoğumuz hayır işlerinde, STK denilen gönüllü kuruluşlarda “çalışmaya çalışıyoruz”. Bu çalışmaları yaparken kalbimiz nasıl acaba? Şimdi kendimizi Ammar’la mukayese edelim, ama tersinden elbette!

 

Çalışmalara giderken, nöbetlerimizi tutarken, derslerimizi okurken, derneğimize-vakfımıza gelirken kalbimiz nasıl? Öyle ya kalbimiz “Of ya, gene mi?” diyorsa, “benden başkasını da bulamadılar ki kurtulalım” söylüyorsa!?

 

Dilimiz (elimiz, ayağımız, fiillerimiz) de diyor, kalbimiz ne söylüyor? Hiç düşündük mü? Kaç defa kendimizi sigaya çektik, kalbimizin ve dilimizin filmini çekip de gerçeğine baktık?

 

Demiyorum ki, diliniz “of ya!” diyorsa, kalbinizle aynı yolda yürümüyorsa “bırakın bu işleri”! Asla ve kat’a böyle demiyorum. Böyle demekten de, anlaşılmaktan da Allah’a sığınırım.

 

Şunu diyorum: Kalbinizi ve dilinizi kontrol edin! Eğer diliniz ile kalbiniz bir değil ve çelişki halinde ise, kalbinizi dilinize uyarlayın, ona yönlendirin ki size merhamet olunsun. Aksi halde kalbinizi boş bırakır da, eğitmeye çalışmaz iseniz korkarım ki, ayağımız kayar.

 

Çünkü Ammar’a müjde veren o Rasul, “Kalp (bedenin) sultanıdır ve onun orduları vardır. Sultan düzgün/iyi olursa askerleri de düzgün/iyi olur. Sultan bozuk/kötü olursa orduları da kötü olur. Kulaklar bu sultanın habercileridir. Gözler bekçileridir. Dil sultanın tercümanıdır. Eller (tebaasını kuşatan) kanatlarıdır. Ayaklar postacılarıdır. Ciğer şefkat ve merhamet kaynağıdır. Dalak ve böbrekler (kendisine yönelen tehlikeleri bertaraf eden) tuzaklarıdır. Akciğer (hayatın kaynağı) nefestir. Sultan iyi olursa askerleri de iyi olur, sultan kötü olursa askerleri de kötü olur.”  (Ebu Davut ve Beyhaki-Şuab’ül İman) buyurarak bir büyük tehlikeye işaret etmiştir.

 

Yine bir başka emir ve tavsiyelerinde de “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, o iyi/doğru/düzgün olursa bütün vücut iyi/doğru/düzgün olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.” (Buhari) buyururlar.

 

Yok canım benim kalbim bozulmaz/kaymaz demeyin. Rasul’den nasihatler dinlemeye ve yolumuzu düzeltmeye, ufkumuzu çizmeye devam edelim:

 

“Şehr b. Havşeb der ki, bir heyet olarak Ümmü Seleme validemize giderek dedik ki: “Ey Mü’minlerin annesi, Allah Resulü senin yanında iken en çok yaptığı dua ne idi?” Onun en çok yaptığı duanın şöyle bir dua olduğunu söyledi:

 

“Ey Kalpleri bir halden diğer bir hale çeviren Rabbim, benim kalbimi senin dinin üzere sabit kıl.” ben kendisine “Ey Allah’ın resulü neden bu duayı çokça yapıyorsun.” diye sordum. Şöyle buyurdular: “Hiç kimse yoktur ki onun kalbi Allah’ın parmakları arasında olmuş olmasın, dileyenin kalbini düzeltir, doğru yola kor, dileyenin de kalbini kaydırır, yoldan çıkar.” (Tirmizi)

 

Rabbim, merhametiyle Ammar’ı imtihan etmiş, teste tâbi tutmuştu. Şimdi de bizleri aynı imtihana ve teste tâbi tutuyor.

 

Ammar Mekke’de idi, biz Türkiye’de… Onun karşısında görülen düşmanlar ve gâvurlar vardı, bizim karşımızda/içimizde görünmeyen (veya dost gibi görünen) düşmanlar ve nefsimiz…

 

O işkence görüyordu, biz refah içinde yüzüyoruz. Rahat içinde imtihan oluyoruz.

 

O’nun dili yamulmuştu, kalbi kavi idi. Bizim nasıl ve/veya neremiz yamuk neremiz kavi? Bize dil için de kalp için de yamukluk yakışmaz. Çünkü işkence edenimiz yok. Bize kavi olmak düşer. Çünkü ümmet bizden imdat bekler. Yok eğer dilim kavi, amma kalbim yamuk ise; eyvahlar! Hemen kalbimizin imarı ve kavileşmesi için mücadeleye başlamak gerek. Çünkü yukarıda konuşan Rasul idi ve “kalp bozulursa tüm beden bozulur” diyordu. Cennet ise “bozuk” olanları kabul etmez.

 

Haydi yeniden ve yine bir mücadeleye: Kalp inkılâbı için, kalp diriliği için mücadeleye…

 

Bismillah!

SADAKAT VE ŞEHADETİNİZ GEÇERLİ Mİ? 1.KISIM

            Bazen bir olayın direkt olarak zikredilmesi, taşınamayacak tepkilere yol açabilir. Bu sebeple de olaya yönelik eleştiri veya benzeri hareket daha yumuşatılarak ya da hedef şaşırtılarak yapılır.

            Kimi zaman da aynı tepkilerden çekinildiğinden veya bir plan gereği bu tip hareketlerin neticeleri zamana yayılır ve yapılan/söylenen şey çok mantıklı ya da masum bir hareket olarak gösterilir. Ancak işin detayına inildiği veya zamana bırakıldığında, meselenin vehameti anlaşılır.

            İslâm’a yönelik yıkıcı akım ve hareketler de genel itibariyle bu şekilde cereyan etmiştir; yiğitçe değil sinsice… Üstelik bu cereyanlar yine bizzat bizden veya “bizden görünen/zannedilen” insanlarca gerçekleştirilmiştir.

            “Şu veya bu şahıs suçludur” diye direkt biri(leri)ni işaret etmiyorum! Zaten meseleyi şu veya bu şahsa indirgemek, olayı kısırlaştırmak ve daraltmak olur. Çünkü şu veya bu şahıs diye bahsettiğimiz “kişi/ler” yarın ölür veya meydandan çek(tir)ilip yerine başka biri(leri) getirilebilir. Dolayısıyla “isim” verdiğimiz zaman konu şahsa indirgenmiş olur. Halbuki mesele şahısla değil, olayla ilgilidir.

Öyle olunca da kişi değil, meseleden bahsetmek hem daha gerçekçi hem de daha kapsayıcı olur.

Geçmişte (ve bazen bugün de) Rasulullah (s.a.v.)’ın ahlâkına, dürüstlülük ve güvenilirliğine söz söyleyemeyenler, Kur’an’da dahi müsaade edildiği halde, O’nun “birden fazla evliliğini” gündeme getirmiş ve bu vesileyle liderimizi/örneğimizi gözlerimizden düşürmeye (!) çalışmışlardır.

Bugün yine direkt Rasulullah (s.a.v.) veya onun getirdiği sünnete iftira veya reddiye getiremeyenler, bu iftira ve/veya reddiyelerini daha kurnazca bir yolla bizzat “bizden olanlara” söyletmektedirler. Söyletirken de, bunun bir ileri aşamasında söyleyen ve dinleyenleri Rasulullah ve sünnetini inkâr derecesine getirmektedirler. Nihai hedefin bu olduğuna inanıyorum.

Bu hareketin sahipleri ve sürdürücüleri, kimi hadisleri “akla ve/veya Kur’an’a uymuyor(!)” diye reddetmekteler. Hadisin/sünnetin kaynağı ve senedi çok da önemli değildir onlar için.

“Ama Peygamberimiz söylemiş/eylemiş bunu” dediğinizde verilecek cevap “Senedin sağlamlığı çok da önemli değildir. Metin tenkidine baktığımızda bu sözü peygamberin söylemeyeceği kesinlikle ortaya çıkacaktır” gibi sığ ve tamamen indî/nefsî bir savunma geliştirmekte ve önünüze sürmektedirler. “Sığ ve tamamen indî/nefsî” tabirini özellikle kullanıyorum, çünkü bu gibi kimselerin “Metin tenkidi” kavramından anladıkları, kendi tenkitlerinden başka bir şey değildir esasen…

Bu akımın anası (ya da fikir babası) sömürgeciliktir: Bu akımlar batı dünyasının İslam dünyasına galebesi ile başlamış ve gün geçtikçe de ivme kazanmıştır. Bu akımın doğmasına temel teşkil eden “görünür” sebep ise batı karşısındaki aşağılık kompleksinden başka bir şey değildir elbette. 

Mısır’da Ebu Reyye ve Ahmed Emin gibileri bu işin başını çekmiş ve ilk başlatıcılarından olmuştur denilebilir.

Bu akımın Hind kıtasındaki temsilcileri meseleyi daha da dallanıp budaklandırmış ve iddialarını kurumsallaştırma adına “Ehl-i Kur’an” isminde çok cazip ve bir Müslüman’ın asla reddedemeyeceği, karşı çıkamayacağı bir yapıyla da resmileştirmişlerdir. Mezkur derneğin kurucusu Gulam Perviz Ahmed, önce “masum” iddialarla başladığı bu yolda öyle bir noktaya gelmiştir ki, giderek “Kur’an dışında herhangi bir şahsın sözünü otorite ve hüküm koyucu olarak kabul edenlerin ‘Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onlar kâfirlerin ta kendileridir’ ayetine muhatap olacaklarını dahi iddia etmiştir. Hatta bu “Kur’an dışındaki söz sahipleri”nin içine peygamber de sokulmuş ve hadisin sahih veya mütevatir olmasının çok da ehemmiyetli olmadığı hassaten zikredilmiştir.

Memleketimizde de kimi önder görünen insanların Hz. Peygamberin haram-helal koyma yetkisi olmadığını söylemesi, yukarıda Perviz Ahmed’in geldiği noktaya gelmekte olduklarını göstermektedir.

Halbuki bize ve dolayısıyla da bir Müslümana düşen temel husus bir sözün “peygamberden gelip gelmediğini (hadis) usulüne göre tesbit etmek” ve akabinde de o söze teslimi olmak veya reddetmek değil midir?

O şerefli sözün bizim aklımız(daki Kur’an’a ya da bizim aklımıza göre şekillenmiş olan Kur’an)a uymamasının ehemmiyeti ne ve ne kadar olabilir ki?

Hz. Peygamberin etrafındaki ışık halesinin tutumu da tam bu idi. Evet tam da bu idi… O ışık hüzmesinin her bir parıltısına “sahabi” dediğimiz kutlu neferler, O’ndan gelen sözün akıllarına veya öğrendikleri Kur’an’a uyup uymamasına bakmazlardı; O’ndan gelip gelmediğine bakarlardı. Yani kaynağa. Kaynak sağlamsa problem yoktu!

Bu konuda iki örnekle yetineceğim. “Ders almak isteyen için” bu örnekler kâfi olsa gerektir.

İlk örnek herhalde hepimizin yakinen bildiği bir olay:

(Devam edeceğiz inşallah)

EMİN ATALAY 

SADAKAT VE ŞEHADETİNİZ GEÇERLİ Mİ? 2. KISIM

Hz. Peygamberimiz Mirac’a çıkmış, İsra hadisesi gerçekleşmiştir. Mekke’li müşrikler de bunu haber almış ve alay konusu yapmaktadırlar. İnsan şuncacık kısa zamanda nasıl olur da önce Mescid-i Aksa’ya sonra da göklere çıkar ve gelir? Hadi canım, olur mu öyle şey?

Müslümanlarla dalga geçmekte, inançlarıyla alay etmekteler. Ebu Bekir’e gitmek gerek. Çünkü o Muhammed’in (s.a.v.) sadık yaranı idi. Eğer onu da bu hususta mağlup edersek elimize büyük bir koz geçirmiş oluruz.

Ve Ebu Bekir’in (r.a.) yanındalar: “Arkadaşın dün gece Kudüs’e gidip geldiğini söylüyor, artık buna da inanacak değilsin ya!”

Biz olsak ne yapardık acaba? “Bu olay Kur’an’a uymuyor? Böyle bir şey mümkün mü? Kesinlikle olamaz. Aklım almadı!” der ve küfre düşerdik. Ama sorunun muhatabının şânı “sıddik”dir. Yani kayıtsız şartsız tasdik eden! Onu sıddik kılan ise kayıtsız şartsız imanı! Yani O’ndan “emin” olması… O’ndan; yani hem gönderenden, hem de gönderilenden…

Konuşur Ebubekir! Konuşması sakindir. Sakin ve mütevekkil: “Bunu Muhammed mi söylüyor?”

“Evet” der müşrikler ağzının içine bakarak…

Ebubekir mütevekkil. Ebubekir sakin. Ebubekir Sıddik. Onun sakinliği bir kükreyiştir aslında; bir gürleyiş! Ve o sessiz gürleyişle çarpılır müşrikler:

“Eğer bunu O söylüyorsa kesinlikle doğrudur.” Müşrikler kulaklarına inanamayıp yeniden sordular: Sen gerçekten onun bir gecede Beytu’l- Makdis’e gidip sabah olmadan döndüğüne inanıyor musun? Hz. Ebû Bekir Peygamber aleyhisselâm’a olan inancını bir kez daha tekrarladı: “Şüphesiz ben bundan daha fazlasına da inanıyorum. O’na gece gündüz gökten vahiy geldiğine inanıyorum.”

İkinci olay ise çok da bilinen bir olay olmamakla birlikte İslâm Tarihinin şeref dolu sayfalarında yerini bulmakta ve olayın kahramanı olan sahabiye kazandırdığı şân ile onu cennete taşımaktadır: Huzeyme bin Sabit…

Bu şerefli sahibi ensardandır. Bir teslimiyet örneğidir. Elbette sıddıkiyette Ebubekir r.a. seviyesine çıkmak herkesin kârı değildir ve ama o yolda olmak da  ayrı bir sadakat gerektirir. Huzeyme o sadıklardan.

Hem ilmi hem kılıcı Allah’ın ve rasulülün emrinde olmuş hep. Onlar için konuşmuş, onlar için koşmuş. Bedir ehlinden. Kendi kabilesinin sancaktarlarından.

Ama onu asıl şâna garkeden ve ona şeref bahşeden husus ise bizatihi Rasululullah’ın kendisini “züşşehadeteyn” yani iki kişi yerine şahit manasına gelen bir taltif ile şereflendirmesi.

Hakikaten sahabi olmak, Rasulullah’ı “herşeyiyle” tasdik etmek kolay değil. Dile kolay; bile kolay değil! Olaya bakınız:

Efendimiz bir bedeviden at satın alır. Bedevinin adı Seva bin Kays. Parası yanında değildir peygamberimizin. Der ki bedeviye gel evime paranı vereyim.

İnsanlığın önderi ve örneği önde; hızlı hızlı kutlu haneye gidiyor ki, bir an önce bedeviye parasını versin, o da işine gitsin. Bedevi ise arkada ağır ağır gelmekte. Atın bedeli ödenmediği için, ipi henüz bedevinin elinde.

Satış aktinden haberi olmayan birkaç kişi atın güzelliğini görünce bedeviye gelerek bu atı bize şu kadara sat derler.

Fiyat iyidir. Rasulullah’ın verdiği rakamdan çok yüksektir. Fikrini değiştirir. Atı rasulullah’a değil, diğer teklif sahiplerine satacaktır.

Koşarak, peygamberimize gelir ve “Ya atı hemen al ve parasını ver ya da başkasına satacağım” der.

Peygamberimiz “zaten sen bu atı bana sattın ya; şimdi de parasını vermeye gidiyorum” der.

Bedevi bu; ne yapsa yeridir. “Hayır” diyerek inkâr eder satış aktini, “henüz ben sana bu atı satmadım.” Peygamberimiz yapılanın yanlış olduğunu söylese de bedevi yemin billah ederek satmadığını söyledi.

Münakaşaya etraftan insanlar da şahit olunca etraflarında bir hale oluştu.

Devam edeceğiz inşallah

                                                                                                          EMİN ATALAY

“TİKLE HİKÂYESİ”Nİ HANGİMİZ BİLİR?

İslâm dünyasının kadim üstadlarından Şeyh Sadi Şirazi’yi maalesef yeni nesil neredeyse hiç bilmez. Onu okuyan/bilen “orta yaş” insanlar bile artık yok sanki; bu kadim kültür kala kala “yaşlılara” mı kaldı ne?

“Yeni nesil” dediğimiz gençler, modern çağda ve dijital dünyada içini istediğiniz gibi doldurabileceğiniz/doldurabileceğimiz ve bu manada da istismara oldukça açık olan öyle bir takım kavramlarla meşgul edildiler ki, çözemeyecekleri yüzde yüz kesin olan “derya gibi meseleler”e daldılar: Kulaç attıkça sahilden uzaklaştıkları meselelerden

  • Kur’an Müslümanlığı,
  • Kur’an’da Nesh
  • Hz. Adem’in (nasıl olup da) Halife olduğu
  • Peygamberimin (s.a.v.) teşri (kanun/helâl-haram koyma) hak ve yetkisi,
  • Kaderin Kur’an’da olup-olmadığı,
  • Kabir azabının varlığı ve/veya yokluğu,
  • Hz. Adem’in babası,
  • Allah’ın gaybı bilip bilmemesi,
  • Sünnetin/Hadisin Kur’an’a uyup uymadığı ve giderek
  • Sünnetin/hadisin akla ve modern dünyaya, moderniteye uygunluğu vs.

benim hemence aklıma geliverenler. Sizler elbette bunları çoğaltabilirsiniz.

            Herhalde burada  asıl sorulması gereken sorulardan birisi ve hatta en önemlisi de şu olsa gerek: Bu soruların ve (müzakere değil de) tartışmaların gerek fert olarak, gerek ümmet olarak Müslümanlara ne faydası var; ne faydası oldu; bundan sonra faydası olma ihtimali var mı?

            Bu meseleler hangimizin sadrına inşirah vermiş, hangimizin derdine şifa olmuştur?

Şahsen bendeniz şu ana kadar yapılan bu gibi tartışmaların fert planında olsun, ümmet planında olsun Müslümanlara herhangi bir faydasını görmüş değilim. Bilakis bu tartışmalar aramızdaki uçurumları çoğaltıp derinleştirmekte, bizleri birbirimizden uzaklaştırmakta...

Ancak ilmi meclislerde ve ehil kişiler arasında tartışılacak değil, müzakere edilecek bu gibi hususların neredeyse “ayağa” düşmüş halde… Herhangi bir hadis mecmuasını baştan sona okuma zahmetine girmemiş, girmişse de ilim ehlinde olması gereken sabır ve dirayet eksikliği sebebiyle başladığı o mecmuayı bitirememiş; bırakınız Arapça bilmeyi, Arapça Kur’an’ı dahi kafasını-gözünü kırmadan okumayı beceremeyen; hadis usulü dediğinizde “o ne ki yahu” diye suratınıza bön bon bakan Müslümanlar sizi “uydurulmuş din”e mensup olmakla itham eder oldular. E tabii, bahsettikleri din kendilerine “indirilmiş” olunca, sizin tâbi olduğunuz din ancak “uydurulmuş” hale geliyor!

İşte bu yeni nesil ne Şeyh Sadi Şirazi’yi, ne Yunus Emre’yi, ne Mevlâna’yı ne de Veliyullah Dihlevi’yi bilirler. Bu şahıslardan bahsettiğinizde de, adeta bunlar put, siz ise putperestmişsiniz gibi bir bakış fırlatırlar ve size İslâm dinini tebliğ etmeye kalkarlar.

Hasılı bu zamanda “Müslüman” olmak zor zanaat azizim.

Halbuki bilmezler ki, bu yukarıda sayılan ve sayılmayan insanlar Kur’an ve Sünnetten beslenen ve ümmeti besleyen insanlardı. Onlar birer hikmet ehliydi. Ve fakat eyvahlar olsun, bugün onları okumak, onlardan bahsetmek en hafif tabiriyle hafiflik veya entellik oldu.

Olsun! Biz gene de bahsedelim. Bahsedelim ki, kadim kültürümüzde ve geleneğimizde yer etmiş ve haklı bir yere ulaşmış bu hikmet ehlinden faydalanmaya çalışalım.

Şeyh Sadi Şirazi, Bostan Gülistan[1]’da “Tikle Hikâyesi”ni anlatırken, Tikle’nin cömertliğinden ve civanmertliğinden bahsettikten sonra, onun saltanattan vazgeçmek ve şu dünyada bir fakir gibi bir garip gibi yaşamak istediğini ve bu sırrını bir Allah dostuna açtığında şu nasihate muhatap olduğunu beyan eder:

“(Ey sultanım) Senin ibadetin, halkına hakkıyla hizmet etmektir. İbadet sadece; tesbih, seccade, hırka değildir. Tahtında otur, saltanatına bak. Ahlâkın, alçakgönüllülüğün yine fakirler gibi olsun. Hizmetlerin sadakatle, sevgiyle şefkatle yürüsün. Sahte dervişler gibi atıp tutmaya, benliğe kapılma. Tarikatta ibadet esastır. Önemli olan kalbin safiyetidir. Parlak sözlerin ibadette yeri yoktur. Eyleme dönüşmeyen söylemler hiçbir zaman kıymet taşımaz. Kalbi temiz ulular; hırkalarını, kaftanlarının altında giyerler.”

            Ne mühim, ne lâzım sözler ve nasihatler bunlar! Her biri gönül dünyamıza işleyen, başımıza tac; kulağımıza küpe edeceğimiz ve hayat rehberi kılacağımız hikmetler!

            “Gururlanma padişahım, senden büyük Allah var!” nasihatiyle ne kadar da uyumlu.

            Bu nasihatler, derviş Yunus’un söylediği: “Dervişlik olsaydı tac ile hırka/Biz de alırdık otuza kırka” deyişiyle ne kadar da aynı değil mi?

            “Esas olan kalbine dünyanın girmemesidir. Senin kalbinin dünyanın içinde olması çok da mühim değil”mealinde bir beyanla, müridlerine geminin kalp, dünya ve dünyalığın ise deniz misali olduğunu anlatan Mevlâna ile aynı kaynaktan beslendikleri ne kadar da belli!

            Modernizm bize işte bu gönül zenginliğini unutturdu! Yukarıdaki ve benzeri tartışmaları yaşarken nerelere savrulduğumuzu hiç de düşünmedik doğrusu… Ve bu manada en büyük kaybımız da “ahlâkımız” oldu; islâm ahlakımız! “Ahlâksız bir din, Allah katından gelmemiştir” kelâm-ı kibarını unuttuk! Sadece ve yalnızca tartışır ve ilim zannederek kibirde yarışır olduk.

            Bu vesileyle bir defa daha Şeyh Sadi Şirazi’yi düşünme, onun yukarıya alıntıladığımız sözlerini tefekkür etme imkânı olur hüsnü zannıyla küçük bir hatırlatma yapayım istedim.

 
 
 EMİN ATALAY 
SADAKAT VE ŞEHADETİNİZ GEÇERLİ Mİ? 3.KISIM

Uzun olması hasebiyle üç ayrı parça halinde takdim etmeye çalıştığımız yazımızın bugün son bölümünü dikkatlerinize sunuyorum.

 

Nasılsa satım esnasında efendimizin yanında herhangi bir şahit yoktu. Buna güvenen bedevi çirkinleşerek “Bu atı sana sattığıma dair şahit getir, ben de razı olayım” dedi.

Böyle bir hakarete sahabilerin sessiz kalabilmesi elbette mümkün değil. Ortada peygamberimize hakaret vardı; yalancılıkla itham ediliyordu.

Sahabiler bedeviye kendine gelmesini, ağzından çıkanı kulağının duymadığı manasında ikaz mahiyetinde sözler söylediler.

Söylediler ama gerçekten peygamberimizin getirecek şahidi de yoktu. Evet şahidi yoktu ama sadık sahabileri vardı. Onlardan biri de orada olayı izlemekte olan Hz. Huzeyme idi. Allah ondan razı olsun

İleri atıldı Huzeyme… Kalabalığı yararak, zamanları durduracak bir nida ile seslendi: “Vallahi senin bu atı Rasulullah’a (s.a.v.) sattığına ben şahidim. Evet sen bu atı Rasulullah’a sattın. Ben de buna şahidim”… Zaman ve zamanlar gerçekten durdu. Öylesine durdu ki, asırlar geçmesine rağmen biz halâ o “duran” zamanı konuşuyor, o zamanı durduran “adam”ı konuşturuyoruz.

Şaşırdı bedevi. Kim bu adam? Ne zaman şahid oldu? Nerede şahid oldu? Çatlatan sorular beynine üşüştü ama sorama(z)dı. Çünkü zaten haksızdı, zaten hatalıydı. Hatasız olan sorabilirdi ancak. Ve Rasulullah hatasızdı. Bu sebeple de rahatlıkla sordu Huzeyme’ye: “Huzeyme! Sen bu alışveriş esnasında yanımızda değildin! Neye şahitlik ettiğini biliyor musun? Nasıl şahitlik ettiğini biliyor musun?”

Huzeyme bir sahabidir. Sahabi olmak O’nun (s.a.v.) Peygamber olduğuna, göklerden haber getirdiğine ve görmeseler de “Emin Olan”dan haber ve bilgi oldağına şahit olmaktır, nefsini şahit kılmaktır. Çünkü bu sahabiliktir. Sahabi olmak şahitliktir.

Aslında sadece Huzeyme değil tüm sahabiler birer şahittir. Ama konuşan ve anıtlaşan Huzeyme olmuştur: “Ya Rasulallah anam babam sana feda olsun! Ben seni Allah’ın tasdik etmesi sebebiyle tasdik ediyorum ve bunların doğruluğuna şehadet ediyorum. Ben iyi biliyorum ki sen haktan başka bir şey söylemezsin. Bu sebeple de ben senin söylediğin herşeye şahitlik eder, tasdik ederim!”

Ve şehadet!

Ve teslimiyet!

Ve mükâfat!

Şimdi de zamanı durduran Huzeyme için ses verme zamanı… Sıra Rasulullah s.a.v.’de. Tüm zamanlar için gelen kutlu nebinin Huzeyme gibi bir değer’i daha da değerli kılan fermanı: “Huzeyme’nin şahitliği iki kişi yerine şahitlik olarak değerlendirilir!”

Dolayısıyla Huzeyme bir adamdı, ama şahitliği iki adam yerineydi. Adamlık böyledir işte.  

Bu “adamlık” onu Kur’an’ın cem’i olayında da yine gündeme getirecekti. Tevbe Suresi’nin 128 ile 129. Ayetleri sadece kendisinde bulunacak ve her ayet için iki şahit istenmesine rağmen, efendimizin Huzeyme hakkında yukarıda beyan ettiğimiz “iki şahitlik” fermanı sebebiyle başka bir şahit aranmayacak ve Huzeyme’nin “iki kişilik şehadet”i yerinde değerlendirilen sözleri sebebiyle bu ayetler Kitab’a dercedilecektir.

Şimdi bir daha düşünmek vakti: Nerede Ebu Bekir, nerede Huzeyme gibi “adam”lar; nerede Rasulullah’ın sözlerini “aklına ve aklıyla sınırladığı Kur’an’a uymadığı için” reddeden adam görünümlü nadanlar!

Ve bu nadanlara sormak vakti: Tüm bu itirazlarınıza rağmen sadakat ve şehadetiniz ne kadar geçerli?

EMİN ATALAY


Kayıt Ol



Üye Girişi