Kitabı (Okumayı) Kaybeden Bir Toplum, Ruhunu Kaybetmiş Bir Ceset Gibidir « Genel Haberler
Kitabı (Okumayı) Kaybeden Bir Toplum, Ruhunu Kaybetmiş Bir Ceset Gibidir

Kitabı (Okumayı) Kaybeden Bir Toplum, Ruhunu Kaybetmiş Bir Ceset Gibidir

Yazar: İkra Admin
05 Şubat 2018
1766

DOÇ. DR. HAMZA EL-BEKRÎ:

Kitabı (okumayı) kaybeden bir toplum, ruhunu kaybetmiş bir ceset gibidir

Dergimizin bu sayısında Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi, İslâmi İlimler Fakültesi, Kelâm Bölümü hocalarından Doç. Dr. Hamza el-Bekrî hocamızla yaptık. Aslen Filistinli olan hocamız ile müslümanların bugün içinde bulundukları durumu daha çok ilim penceresinden değerlendirdik. Din-bilim zıtlaşması var mı? Kur'an'daki bilimsel mucizeler, müslümanların parçalanmışlığı ve bundan kurtuluş yolları, hocamıza yönelttiğimiz başlıca konu başlıkları oldu. Severek okuyacağınız ve istifade edeceğiniz bir söyleşi olduğunu düşünüyoruz.

 

İKRA: Hocam öncelikle sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

Doç. Dr. Hamza El-Bekrî: Bismillah. Hamd Allah’adır. Salat-ü selam Efendimiz Muhammed Mustafa’nın üzerine olsun. Ürdün’de doğdum. Aslen Filistin’in el-Halil şehrindenim. Usulü’d-Din’de Şeriatü’l-İslâmiyye (İslâm Hukuku) okudum. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimimi Ürdün’de yaptım. Doktoramı 2011’de tamamladım. Doktorada esas alanım hadisti. Ancak doktoradan sonra akâid ve kelâm ilmine yöneldim. Halen Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Kelâm bölümünde öğretim üyeliği yapıyorum.

İKRA: Hocam Müslüman kişi, bu dünya hayatının aslında kıymetsiz ve geçici olduğuna, ebedî hayatın ve sınırsız mükâfatın ahiret hayatında olduğuna iman etmiş ve böyle bir iddiada bulunmuş da oluyor. Ama genel olarak Müslümanların yaşantısına baktığımızda, bu iddia ile pratik hayatlarının çok uyuşmadığını görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendirmek gerekir?

H.B.: Tâbi dünya hayatının kıymetsiz oluşu, bizzat bu dünyadaki değeri itibariyledir. Ama dünya hayatı, ahireti kazanmanın bir aracı olması ve ahiret yurduna bir geçiş kapısı olması bakımından en büyük değere sahiptir. Şayet dünya hayatı olmasaydı, insanlar kıyamet günü cennetteki konumlarına ulaşamazlardı.

Müslümanların itikadları ile yaşantıları arasında çelişkiye gelince, bu öncelikle, tasavvuftaki isimlendirmeyle, kalbin hastalıklarından kaynaklanıyor. İtikad (inanç), kulun kalben kesin olarak inandığı şeydir. Ancak kalpte bu itikad olmasına rağmen, onu birçok hastalık bekler. Bunlardan biri gaflettir. İnancı vardır, ancak ondan gafildir. Bu yüzden bunu ona hatırlatacak birine ihtiyaç vardır. Bilgisi var, ama yaşantısında görülmüyor. Bir diğeri nefsin arzularıdır. İnsan kendi içinde bu dünyanın kıymetsiz olduğuna inanır; ama arzuları onu bu dünyaya çeker. İşte şeytanın vesveseleri ve buna benzer şeyler de inanç ile pratik arasındaki çelişkinin sebeplerindendir. Onun için doğru bir akideye sahip olmak yeterli değildir; mutlaka kalbin de, kalbin hastalıklarından korunması gerekir. Doğru bir akide ile doğru bir terbiyeyi (nefis terbiyesini) birleştirmesi gerekir.

İKRA: Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de “Allah’tan kulları içinde ancak ilim sahipleri korkarlar” (Fatır:28) buyuruyor. Yine birçok ayette, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür etmemiz, kâinatı ve içindekileri ibret nazarıyla incelememiz emrediliyor. Kâinat üzerinde tefekkür edenler ne bulacaklar veya kâinat ve içindekiler bize ne söylüyor?

H.B.: Gerçekten ilim Allah’a ulaşmanın en önemli yollarından biridir. Bu yüzden ayette Allah’tan ancak alimlerin korkacağı zikrediliyor. Alimler niçin Allah’tan hakkıyla korkarlar? Çünkü Allah’ı, diğer insanlardan daha iyi bilirler. Buradaki bilmekten kasıt Allah’ın varlığını bilmek değildir, bunu herkes bilir. Kasıt Allah’ın büyüklüğünü, azametini bilmektir; Allah’ın kemâliyetini ve bütün eksikliklerden uzak ve yüce olmasını bilmektir. Allah’ı ne kadar bilip tanırsan, O’na o kadar yaklaşırsın. O’nun adaletini ne kadar çok bilirsen, O’ndan o ölçüde korkarsın; O’nun rahmeti hakkındaki bilgin arttıkça, ümidin de artar. Korku ve ümit (el-havf ve’r-recâ) kulun davranışlarından iki davranış şeklidir. Ancak bu iki davranış, ilim meselesinin yansımasıdır. Allah’ın kadrini, yüceliğini ve azametini bilen kulun, ümidi artar. Allah’ın azabının büyüklüğünü ve günahkârlardan intikam alacağını bilmesi ise korkusunu artırır. Onun için ilim Allah’a yaklaştırır.

Ancak ilmi, bilgilerin çokluğu olarak da anlamamamız gerekir. Yoksa İblis de çok büyük bir âlimdi. Allah’ı bizden daha fazla biliyordu. Nitekim Allah, İblis’i huzurdan kovduğunda “Yâ Rabbi, sana yemin ederim ki…” (Hicr: 39) demek suretiyle Allah’ın Rabliği üzerine yemin etmişti. Bir başka ayette ise “Senin izzetine yemin ederim ki, mutlaka onların hepsini azdıracağım” (Sa’d: 82) demiştir. Yani kulları saptıracağına, Allah’ın izzeti üzerine yemin etmektedir. Çünkü Allah’ın büyüklüğünü, azametini biliyor ve bunun üzerine yemin ediyor. Doyasıyla, Allah’ın kudretini, yüceliğini ve büyüklüğünü biliyordu; ama bu, pratiğe dönüşmemiş, güzeller ameller getirmemiştir. Bu yüzden alimlerimiz demişlerdir ki, ilim ancak, pratiğe aktarılıp uygulamaya dönüşürse ilimdir; yoksa uygulamaya aktarılmayan soyut bir ilim, bizim şer’î ilimler anlayışımızda ilim değildir. Bu, bilgidir, malumattır. İlim ancak amel (uygulama), kendisinin bir parçası olursa ilimdir.

Muhammed Said Ramazan el-Buti, babası Molla Ramazan el-Buti’den şu hatırayı naklediyor: Babası, kendisini şer’i ilimler okuluna (medreseye) kaydettiriyor ve ona çok etkileyici şu sözü söylüyor: Oğlum, eğer seni Allah’a ulaştıracak yolun, sokakları ve yolları temizlemek olduğunu bilsem, seni yol ve sokak temizleyicisi yapardım, ama seni Allah’a ulaştıracak en iyi yolun ilim olduğunu bildim ve bu yüzden seni medreseye kaydettim. İşte biz ilmi, Allah’a yaklaştıracak bir araç olduğu için talep ederiz, yoksa bir bilgi ve malumat yığını olarak değil. Sahabe, on ayet ezberlermiş, onunla amel edermiş, sonra on ayet daha ezberlermiş. Çünkü onların anlayışında, ilmin içinde amel de (uygulama da) vardı, ilim soyut bir bilgi değildi.

İKRA: Hocam, Kur’an “ikra” (oku) emriyle inmeye başladı. Bunun, büyük bir meydan okuma ve kendine olan güvenin ifadesi olduğu söylenebilir. Çünkü ilk emri “oku” olan bir dinin, kendisinden emin olması,  okuyan ve bilgi sahibi olan kişinin, kendisinde bir yanlış ve çelişki bulmayacağından şüphe etmemesi gerekir. Ki, okumayı ve bilgiyi teşvik etsin. Ancak son asırlarda ilim ve din birbiriyle çatışan iki alan olarak gösteriliyor. Din dışı akımlar veya dinsizlik, kendisini ilme ve bilgiye dayandırıyor. Bu durumu nasıl değerlendirmek gerekiyor? Yani bilim ve bilgi, dinden uzaklaşmayı mı gerektiriyor? 

H.B.: Esasen bildiğiniz gibi bu durum, bizim medeniyetimize yabancı olan, başka bir dinle, yani hristiyanlıkla ilgili olarak gelişen ve Batı’da ortaya çıkmış bir meseledir. Ve ortaya çıktığı dünya itibariyle gerçekten de din ile ilim/bilim arasında bir problem vardır. Çünkü oradaki din (hristiyanlık) tahrif edilmiş bir din olup, bilim adamlarını, tefekkürü ve gerçeklere ulaşmak için yapılan bilimsel çalışmaları yasaklıyordu. Bilimsel çalışmalar yapanların sonu öldürülmeye kadar gidiyordu. Ki Avrupa’da bunun birçok örneği vardır. Bilimsel çalışmalar sonunda hapsedilen ve hapiste ölen Galileo bilinen bir örnektir. Kilise her türlü ilmi gelişmeyi reddederek, gerçeklerle çelişen bilgiler veriyor ve insanları bu bilgilere inanmaya zorluyordu. İnsanlar ise bunların gerçeğe aykırı olduklarından emin oldukları halde, bunlara inanmaya mecbur bırakılıyordu. İşte din ile bilimin çatışması ve birbirine aykırı olduğu meselesi buraya dayanıyor ve söz konusu din için de bu doğruydu.

Ancak hiç araştırmadan, bütün dinler ile ilim/bilim arasında çelişki vardır demek yanlış bir yaklaşımdır. Hristiyanlık ile bilim çelişiyor diye İslâm ile bilim arasında da çelişki vardır demek problemli ve garip bir durumdur. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’de ilme teşvik eden, daha fazla ilim elde etmeye yönlendiren, göklere ve yere bakıp tefekkür etmeyi öğütleyen pek çok ayet vardır. Diğer taraftan, hadis-i şerifler, şer’î ilimlerle sınırlamadan genel olarak ilmin faziletinden bahseder. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa, Allah Teâlâ ona cennet yolunu kolaylaştırır…” buyuruyor. Bu hadiste ilim, herhangi bir alanla sınırlandırılmadan, genel anlamda kullanılıyor. Yani dünyevi ilimleri tahsil etmek de İslâmi bakış açısına göre makbuldür ve Allah’a yaklaştırır. Yeter ki, samimi bir niyetle, ümmetin durumunu düzeltmek için olsun. Dolayısıyla tıp, kimya, mühendislik ve fizik gibi ilimler de, doğru bir niyetle, ümmete ve Müslümanlara hizmet için tahsil edildiğinde, kişinin sevap kazanacağı değerli ilimlerdir.

Nitekim tarihte İslâm alimlerinin dinî ve dünyevî ilimleri kendilerinde topladıklarını görüyoruz. İbn-i Sina gibi hem tıp ilmini, hem de İslâmi ilimleri tahsil etmiş ne kadar çok alim vardır. Yine İbn-i Haldun, hem Mısır’da Malikî bir kadı idi, hem de siyaset ve sosyal bilimciydi. Endülüs’te İbn-i Rüşd, hem felsefeci, hem de kadı idi. Bunun örnekleri çoktur.

Din ile bilim arasındaki mücadeleye dönecek olursak, bu bizim medeniyetimize yabancı bir şeydir. İslam tarihinde 1300 yıl boyunca, Osmanlı devletinin son dönemlerine kadar böyle bir mücadele ile karşılaşmıyoruz. Ancak Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra, bizim kültürümüzde kesinlikle bulunmayan bu mücadeleyi dışarıdan ithal ettiler.

İKRA: İslâm’ı da içine alacak şekilde din ile bilimin çeliştiğini iddia eden inkârcı akımlar ve kişiler, Kur’an ve sünnete yer alan herhangi bir bilginin yanlış olduğunu ispat eden bir veri sunmuşlar mıdır?

H.B.: Kur’an ve sünnetteki bilgiler ile bilimsel verilerin birbiriyle çelişip çelişmediği meselesiyle ilgili önce Kur’an ve sünnette gelen bilgiler iki çeşit olduğunu belirtelim. Birincisi herhangi bir tevil ve yorum kabul etmeyecek şekilde anlamı kesin (delaleti kat’i) olan bilgilerdir. Bu tür bilgilerin bilimsel verilerle çelişmesi imkânsızdır ve aksini gösteren bir örnek yoktur ve bundan sonra da kesinlikle olmayacaktır. Bir de anlamı farklı şekilde yorumlanabilecek, tefsir edilebilecek (delâleti zannî) ayetler vardır ki, bu ayetlerin yorumlanmasından çıkartılan sonuçlar ile bilimsel veriler arasında çelişkiler olması mümkündür. Çünkü bu ayetler farklı şekilde yorumlanmaya, tefsir edilmeye ve anlaşılmaya açıktır. Ama yukarıda ifade ettiğimiz gibi delâleti kat’i olan bir ayet ile bilimsel veriler arasında çelişki olduğunu gösteren bir örnek yoktur.

İKRA: Peki, aksine örnek var mıdır? Yani Kur’an ve sünnetin 1400 yıl önce haber verip de bilimsel verilerin yüzyıllar sonra doğruluğunu ispat ettiği bilgiler var mıdır Kur’an ve sünnette?

H.B.: Kur’an ve sünnetin bin yılı aşkın bir süre önce söyleyip de bilimin doğruluğunu ispat ettiği çok fazla bilgi vardır. Yalnız bu konuda çok aceleci davranılmaması gerektiğini düşünüyorum. Yani Kur’an ayetlerini ve hadisleri, hemen bilimin ortaya koyduğu sonuçlara göre tefsir etmekte aceleci davranılmaması gerekir. Çünkü bilimin bugün ortaya koyduğu bir bilgi, bakmışsınız yirmi yıl sonra değişmiş. Dolayısıyla ayet ve hadisleri bilimsel verilere göre tefsir etmeden önce bunların tam olarak doğruluğunun ispat edilmesi ve kesinleşmesi gerekir. Aksi takdirde, ayet ve hadisleri, aslında onların kastetmediği bir şekilde tefsir etmiş oluruz. Sonra da bilimsel verilerin doğru olmadığının anlaşılması ile sanki Kur’an’daki bilgilerin yanlış olduğu gibi bir duruma yol açarız. Bu uyarıyı yaptıktan sonra, tekrar ifade edelim ki, Kur'an'ın asırlar önce söyleyip de bilimin yeni keşfettiği çok sayıda bilgi bulunmaktadır.

İKRA: Birkaç örnek verecek olursak...

Mesela Yüce Allah Kur'an'da "Göğü kudretimizle biz bina ettik ve muhakkak ki onu biz  genişleticiyiz" (Zâriyat suresi: 47) buyurmaktadır. Önceki dönemlerde müfessirler buradaki genişliği, güç yetirme olarak, yani göğü biz bina ettik, ondan daha büyüğünü yaratmaya da gücümüz yeter, şeklinde tefsir etmişlerdir. Şüphesiz bu tefsir doğrudur. Ancak âyetin işaret ettiği bir husus daha var ki bu, sonraki bilimsel gelişmelerle keşfedilen göğün gerçek anlamda sürekli olarak genişlediğidir. Yani yıldızlar, galaksiler vs. mütemadiyen birbirinden uzaklaşmaktadır. Ki bu da göğün genişlediğine işaret ediyor.

Bir diğer örnek insanın anne karnındaki gelişim merhaleleridir. Bu konudaki ayet-i kerimede şöyle buyruluyor: "Sonra o nutfeyi bir alaka (embriyo) olarak yarattık, sonra o alakayı bir mudga (bir çiğnem et parçası) olarak yarattık, sonra bu mudgayı bir takım kemikler hâlinde yarattık, sonra bu kemiklere bir et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratılışla (insan olarak) meydana getirdik. İşte yaratanların en güzeli olan Allah, ne yücedir!" (Mü'minun: 14). İnsanın anne karnındaki bu yaratılış aşamalarının tam olarak bu şekilde ve bu sıraya göre olduğu, bilimin asırlar sonra keşfettiği bir husustur.

Aynı şekilde insanın yaratılışıyla ilgili Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Şüphesiz O, iki eşi, erkeği ve dişiyi, (rahme) atıldığında az bir sudan (meniden) yaratmıştır." (Necm suresi: 45-46). Bu ayet açık bir şekilde, çocuğun cinsiyetinde, kadının değil, erkeğin (sperminin) belirleyici olduğunu ortaya koymaktadır. Oysa çok yakın bir zamana kadar, çocuğun cinsiyetinde annenin belirleyici olduğu sanılıyordu. Hatta kadın üst üste kız çocuk doğurduğunda, kocası tarafından boşandığı durumlar yaşanıyor. Oysa ayette cinsiyet olarak kadın ve erkeğin, erkeğin menisinden yaratıldığı söyleniyor ki, bilim de cinsiyetin belirlenmesinde kadının bir etkisinin bulunmadığını ortaya koymuştur.

"Rüzgârları da aşılayıcı olarak gönderip yukarıdan su indirerek sizi onunla suladık." (Hicr suresi: 22). Bu ayetin 1400 sene önce haber verdiği bu gerçek de bilimin yakın zamanlarda keşfettiği durumlardan biridir. Buna göre denizlerin ve diğer suların üzerinde köpüklenme nedeniyle oluşan hava kabarcıkları rüzgârların karadan sürüklediği tozlarla karışarak atmosferdeki su buharı ile birleşir ve yağmur bulutları oluşur. Eğer rüzgârlar böye bir fonksiyon icra etmeseydi yağmur yağdıran bulutlar oluşmazdı.

Kur'an ve sünnette bunlar gibi örnekler çoktur. Ama yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Kur'an'ın kat'i bir şekilde söyleyip de bilimin aksini ispat ettiği hiç bir örnek yoktur ve bundan sonra da olmayacaktır.

İKRA: Hocam vahye dayalı bilginin doğruluğunda şüphe olmamakla birlikte, inkârcı akımların söylediklerinden etkilenenlerin sayısı da az değil. Yani bir tarafta 1400 yıl önce söylendiği halde, bilimin çok sonraki keşifleriyle hep doğrulanan ayet ve hadisler, diğer tarafta da dinin hurafelerden ibaret olduğunu düşünen, akıl ve bilim ile dinin birbirine zıt şeyler olduğuna inanan yığınlar bulunuyor. İslâm’ın bu mucizevî gerçeklerini anlatmak ve insanlardaki bu yanlış kanıyı gidermek için neler yapmak gerekir?

H.B.: Akâid alimleri kitaplarında ilim elde etmek için üç yol bulunduğunu zikrederler. Bunlar; duyu organları, akıl ve haberdir. Tarihimizde ve medeniyetimizde de, bunun böyle olduğunu görüyoruz. Duyu organları bizi bilgiye ulaştırıyor, akıl bizi bilgiye ulaştırıyor ve haber, yani Kur’an ve sünnet bizi bilgiye ulaştırıyor. Bizde tamamlayıcı bir yol vardır; duyu organları bilgiye ulaşmanın yollarından biridir. Avrupa’nın modern felsefelerinde olduğu gibi bilgi tamamen duyu organları üzerine bina edilmez. Onlar sadece deneyle elde edilen bilgilere inanırlar; deneyin sınırları dışında kalan bir bilgiye ise güvenmezler. Biz de ise bu eksik bakış açısı yoktur. Duyu organları vardır, onu tamamlayan akıl vardır ve onu tamamlayan haber vardır. Bu yollardan her birini Allah’tan bir bağış ve hediye olarak görürüz.

Allah, bizi doğruya iletmesi için peygamber göndermiştir, akletmemiz ve anlamamız için akıl vermiştir ve deneysel tecrübelerle gerçeklere ulaşabilmemiz için duyu organları vermiştir. Dolayısıyla biz bu üç yolu bilginin kaynağı olarak değil, yolu olarak görürüz. Kaynak ise Allah’tır. Peki! Allah (kaynak) ile aramızdaki bağlantı nedir, bilgiyi bize nasıl verecektir? Bunlardan biri duyu organlarıdır. Allah, âleme bilgiler yerleştirmiştir. Bunu nasıl çıkarıp alacağım? Duyu organlarıyla çıkarıp alacağım. Allah âleme bilgiler koymuştur, bunu nasıl alacağım? Akıl ile çıkarıp alacağım. Allah âleme bilgiler koymuştur, bunu nasıl çıkarıp alacağım veya nasıl ulaşacağım? Haber yoluyla ulaşacağım. Gerçekte bunların hepsi bilgiye ulaşmanın birer yolu olup, bilginin kaynağı değildir. Bilginin kaynağı ise tektir ve dolayısıyla bilgiler arasında çelişkinin olması da söz konusu olmaz. Çünkü bilginin kaynağı olan Allah, bize bazı bilgileri duyu organlarımız, bazılarını aklımız, bazılarını da haber yoluyla öğretiyor. Dolayısıyla Allah’ın tabiata koyduğu ve fizik, kimya gibi deneysel yollarla elde edilen her bilgi, Allah’ın haber yoluyla bildirdikleriyle tamamen uyuşur. Çünkü kendi koyduklarından haber vermektedir. Bu nedenle insanlara önce bu fikri yerleştirmemiz gerekir. Sonra da onları, duydukları bir hadisi, okudukları bir ayeti, bilimsel verilerle çelişiyor diye aceleci bir şekilde inkâr etmeden ve yalanlamadan önce, iyice düşünmeye, araştırmaya ve tefekkür etmeye davet etmemiz gerekir. Tabi ki, her insanın şüphelerinin giderilmesini istemeye, sorularına cevap aramaya hakkı vardır. Ama onlardan inkâr ve yalanlama konusunda acele etmemelerini, iyice araştırıp düşünmelerini istememiz gerekir. Diğer taraftan, sahih hadis diye takdim edilen ve bilimsel verilerle çeliştiği söylenen bazı sözlerin gerçekte hadis olmadığını veya zayıf hadisler olduğunu görüyoruz. Hatta bunlar bazen Buhari ve Müslim'e nispet ediliyor, ama o kitaplarda böyle bir şey yok. Bazen de evet Buhari ve Müslim'de olan bir rivayetin bilimle çeliştiği söyleniyor; ama iyice araştırıldığında aslında çelişkinin, o hadisten çıkarılan yanlış anlamadan kaynaklandığı görülüyor. Yoksa hadisten çıkarılacak doğru anlayışın bilimsel gerçeklerle çalışmadığı anlaşılıyor.

Bazı hadisler genellik ifade edecek şekilde söylenmiştir; halbuki araştırıldığında bu hadislerin özel bir soruya veya duruma ilişkin olarak söylendiği ortaya çıkıyor. Eğer bunlar söylendiği özel şartlarından çıkarılarak anlaşılmaya çalışılırsa ortaya bilimsel verilerle çelişecek bir durum çıkar. Ama o hadis, söylendiği şartlar içinde değerlendirildiğinde doğru olduğu görülür. Dolayısıyla ayet ve hadislerin bilimle çeliştiğini söylemeden önce, iyice araştırmak ve bakış açısını gözden geçirmek gerekiyor.

İKRA: Hocam İslâm tarihine baktığımızda erken dönemlerden itibaren alimlerin, ilmin her alanıyla ilgilendiklerini, hatta hristiyanlık ve yahudilik başta olmak üzere diğer dinleri de incelediklerini ve bu konularda eserler verdiklerini görüyoruz. Dolayısıyla hem diğer dinleri ve müntesiplerini tanıyorlar, hem de yaşadıkları asrın bilgisine vâkıf oluyorlardı. Onların, insanlara İslâm'ı anlatırken bütün bu birikimlerinden yararlandıklarına da şüphe yok. Ama daha sonraki dönemlerde müslümanların neredeyse sadece dini bilimlerle yetindiklerini müşahede ediyoruz. Bu durum, günümüz insanına İslâm'ı anlatmakta bir eksiklik doğuruyor mu? Aklı ön plana çıkaran günümüz dünyasında İslâm, geleneksel metoda ek olarak, bilimsel verileri de kullanarak daha iyi anlatılamaz mı?

H.B.: Bugün müslümanların, insanlara İslâm'ı anlatmada her iki yöntem açısından da eksik ve yetersiz kaldığı açıktır. Aslında müslümanların bugün de, aşağılık kompleksi diyebileceğimiz bir halet-i ruhiye içinde olmaya devam ettiğini söylemek mümkündür. Hâlâ kendilerinin dünyanın gerisinde kalmış olduklarını düşünüyorlar ve öndekilere yetişmenin gayretine giriyorlar. Veya başkalarının gerisinde olmadıklarını, gerici olmadıklarını ispatlamaya çalışıyorlar. Dolayısıyla insanlara İslâm'ı ulaştırmak bir tarafa, kendilerinin fakir ve batıya muhtaç olduklarını düşünüyorlar ve içinde bulundukları bu durumdan kurtulmaya çalışıyorlar.

Onun için bugün Müslümanlar, İslâm'ı batıya ulaştırmada çok yetersizdir. Hatta bundan dolayı batıdaki İslâm algısı, gerçek İslâm'dan farklıdır. Tâbi orada medya ve politikacılar kasıtlı olarak yanlış bir İslâm algısı oluşturmaya çalışıyorlar. Onların anlattığı İslâm, asla gerçek İslâm değildir. Batı dillerine yapılan tercümeler de doğru yapılmamakta ve anlamlar saptırılmaktadır. Kur'an'ı Kerim'in İngilizcedeki yüz tercümesinden en az doksan tanesinde çarpıtmalar ve tahrifler vardır. Kur'an'ın gerçek suretini vermiyor. Bir keresinde Peygamber Efendimiz'in (sav), dönemindeki hükümdarlara, işte Bizans Kayseri Herakliyus'a, İran Kisrası Hüsrev'e, Mısır Kralı Mukavkıs'a, Habeş kralı Necaşi'ye yazdığı mektuplarla ilgili bir yayını inceliyordum. Yayında mektupların hem Arapçası vardı, hem de beş dile tercümesi yapılmıştı. Bu dillerden biri de Çince idi. Çince bilen Ürdünlü bir öğrenci, Peygamber Efendimiz'in (sav) Herakliyus'a yazdığı mektupta yer alan "İsa Allah'ın kuludur" ifadesinin "İsa Allah'ın oğludur" şeklinde çevrildiğini söyledi. Diğer dillere de böyle çevrilmişti. Yani kendi yazdıkları eserlerdeki çarpıtmalar bir yana, tercümeler de bile manalar tamamen çarpıtılıyor. Elhamdülillah bugün müslümanlar tarafından, heyet çalışmalarıyla tercümeler yapılmaya başlanmasıyla durum iyileşiyor.

İKRA: Hocam bir soruyu da konumuzun dışında, Kudüs meselesiyle ilgili sormuş olalım. Siz de aslen Filistinlisiniz. Müslümanlar olarak zor bir dönemden geçiyoruz. Son olarak Amerika başkanı Trump Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıdığını ve büyükelçiliğini Kudüs'e taşıyacağını ifade etti. Müslümanlar olarak ne yapmamız gerekir, bu zor durumdan nasıl kurtuluruz?

H.B.: Evet, çok büyük bir problem ve bunun çok sayıda sebebi var. Ama benim nazarımda en önemli sebep müslümanların parçalanmışlığıdır. Osmanlı devleti yıkılınca parçalandık ve aramızda ırksal, kavimsel çekişmeler başladı. İşte bu Arap, bu Türk, bu Kürt, bu Çerkez vs. diye birbirimizle mücadeleye başladık. Oysa Yüce Allah bundan sakındırıyor: "Birbirinizle çekişmeyin (birbirinize düşmeyin), sonra zaafa düşer başarısızlığa uğrarsınız." Dikkat edilirse, zaafa düşülmesi, gücün kuvvetin kaybolup gitmesi, kendi içindeki çekişmeden, didişmeden sonra geliyor.

Kudüs, İslâm devleti gücünü muhafaza ettiği süre içinde Mekke ve Medine'den sonra İslâm aleminin merkezi olan mukaddes bir şehirdir. Ama ne zamanki İslâm devletini, yani Osmanlı hilafetini düşürüp bizi parçalamaya başladılar, biz de sadece kendimizle ilgilenmeye başladık. Kudüs'ü önce müslümanların meselesi olmaktan çıkarıp, Arapların meselesi haline getirdiler ve adına da Arap-İsrail mücadelesi dediler. İnsanların zihinlerine bunu yerleştirdikten ve insanları Bağdat'ın düşmesiyle, Suriye'deki savaşla, Yemen'deki, Mısır'daki, Libya'daki problemler ile meşgul ettikten sonra şu anda mesele Arap-İsrail meselesi olmaktan da çıktı, İsrail-Filistin meselesine dönüştü. Bu durum müslümanların Kudüs meselesine olan ilgisini çok zayıflattı. Müslümanlar birbirleriyle savaşmakla meşguller. Birbirleri arasındaki parçalanmışlık öyle bir hale geldi ki, bakıyorsunuz parçalanmalar Araplar arasında olmaktan bile çıkıp, onların da alt grubu olan körfez ülkeleri arasında olmaya başladı. İşte bu şiddetli parçalanmışlık durumu yaşadıklarımızın sebebidir.

Müslümanların mutlaka İslâm kardeşliğine yeniden dönmeleri gerekir. Onun için müslümanların siyasi birlikten önce -ki tâbi bu da istenen ve olması gereken bir şeydir- halklar düzeyinde birliği ve vahdeti sağlamaları gerekir. Siyasi birliği sağlamak zor olabilir, çünkü siyasi ihtilafların her zaman olması mümkündür. Ama bu halkların birliğine engel değildir, halkların duygularında, hedeflerinde birlik içinde olması zor değildir. Örneğin Türkiye'de bir seçim olduğunda, İslâm aleminin, Arap aleminin tamamı olmasa bile %70'i, %80'i televizyonlarını açıp, seçimlerin sonuçlarını beklerler. Aynı şekilde bugün Kudüs meselesinde Türkiye'deki halk, Araplardan daha çok meydanlara çıkıyor. Onun için halklar arasındaki bu ittifak çok yararlı olup, devam etmesini ve olabildiğince artmasını diliyoruz. Siyasileri de birbirine yaklaştıracak olan halkların bu birliğidir.

İKRA: Hocam biz İKRA Derneği olarak kitap okumayı esas alan bir derneğiz. Düzenli bir kitap okuma çalışmamız var. Bu konuda bizlere ve okuyuculara neler tavsiye edersiniz?

H.B.: Yaptığınız bu çalışma takdire şayan, çok güzel ve faydalı bir çalışmadır. Okumakla ilgili şunu diyebiliriz: Okumak, bir toplumun ruhudur. Okumayı kaybeden bir toplum, ruhunu kaybetmiş demektir. Ruh bedenden çıkınca da beden ölür. Dolayısıyla okumak, bir toplumdan çıkarsa, o toplum ölmüş olur. Şu anda bizdeki ve batıdaki okuma oranlarıyla ilgili istatistiklere bakıldığında, aradaki farkın çok büyük olduğu görülür. Bu durum, yaşanılanların da bir açıklaması aynı zamanda. Onlar bugün ulaşmış oldukları bu seviyelere tesadüfen gelmediler. Bu, Allah'ın sünnetidir; kim sebeplere sarılırsa, sonuca ulaşır. Geçmişte alimler; "kitap silahtır" demişlerdir. Yani mü'minlerin silahıdır. Kitabı terk eden, silahını terk etmiş olur. Bir askerin savaşa silahsız girmesi gibi bir şeydir bu. Oysa silah onun savaştaki sermayesidir. Buradaki kitap, genel anlamdadır. Doğru bilgi verecek her şeydir. Kitap, dergi, makale vs. Aynı şekilde cep telefonu, Ipad vs. de bilinçli kullanıldığı takdirde bir kitaptır, elektronik kitaptır. Bugün herhangi birinin facebook gibi yerlerde bir gün içinde okudukları -derneğinizin de günlük en az okuma hedefi olan- 15 sayfayı, 20 sayfayı, belki daha fazlasını bulur. Ama bunların çoğu, bir hedefi olan faydalı okumalar değildir. Hâ insanları facebook okumaktan da men etmiyoruz, ama bunu bir düzen içinde ve diğer görevlerini ihmal etmeyecek şekilde yapması gerekir. Okumaların bir hedefi olması, sahibini bir sonuca ulaştırması gerekir.

İKRA: Hocam, bu güzel ve faydalı söyleşiden dolayı Derneğimiz ve okurlarımız adına teşekkür ediyoruz, Allah razı olsun.

H.B.: Ben teşekkür ediyorum, çalışmalarınızda kolaylıklar ve başarılar diliyorum:

 

Röportaj: Halil KENDİR - Erdoğan AYDIN